Mukay Elebayev

Uzun Yol


Скачать книгу

yetimliğinden dolayı çekmediği eziyet, gitmediği yer, geçmediği geçit kalmamıştı. Önceden bir komşunun evinde et pişirmeye yardım ederken, yanındaki birine “Yetimliğin acısını benim kadar çekmemişindir.” dediğini de duymuştum. Ama bir o kadar da uyanık ve hareketli biriydi. Yerinde duramazdı. Biraz sakin durursa hemen canı sıkılırdı. Komşu köyleri baştan sona kadar dolaşmadan da rahat etmezdi. Bir keresinde yaptığını unutmuyorum. Bahardı. Oyunları biten çocuklar evlerine dağılıyordu. O sırada Urmambet otlamakta olan ineğe ziplayarak biniverdi. Neye uğradığına şaşıran inek, oraya buraya koşturup zıplıyordu. Sonunda Urmambet yüzüstü düşmüştü. Herkes gülüyordu. Evet, sonradan biraz büyüyünce kimseye haber vermeden köyünden çekip gitmişti. Onu arar, kaldığı yeri bulur, getirirlerdi. Ancak fazla kalmaz, tekrar kaybolurdu. Köylüler, bizimkilere “Memleketinden, halkından kaçmak iyiye işaret değildir, bunu ona anlatsanıza.” derlerdi. Fakat Urmambet, “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” diyenlerdendi. Çok inatçıydı. Akrabaların toplanıp defalarca ona nasihat ettiklerini, akıl verdiklerini biliyorum. Böyle durumlarda “evet, dediğiniz doğrudur,” der gibi sessiz oturur, ancak yine bildiklerini okurdu. Omuzu geniş, yuvarlak yüzlü, kalın dudaklıydı, kıpkırmızı gözlerinin derinliklerinde cesaret gözükürdü.

      O geldiğinde vakit epey ilerlemişti. Başında yırtılmış boz kalpak, üzerinde uzun siyah kaftan, ayağında ise alçak tabanlı Kaşgarlılara özgü çizmesi vardı. Bu ayakkabı onun Kaşgar’da kaldığının kanıtıydı.

      Sanki kapı ağzı onun için ayrılmış gibi ezelden beri eve girer girmez hemen kapı ağzına otururdu. Şimdi de öyle yaptı. Kapı ağzında eyere yaslanmış, bir ayağını uzatmış, ellerini göğsünün üzerine almış, kalpağını gözünün üstüne kadar düşürmüş, sanki birinin sırrını öğrenmeye çalışan biri gibi, ses çıkarmadan, etrafına yavaşça göz gezdirmekteydi. Neyi düşünüyordu acaba?

      Beyşembi yine ona akıl veriyordu. Bir ara, “Yıllardır gezdin tozdun, ne buldun. Bir daha gitme. Beraber yetimlere bakalım.” dedi.

      Burmake ana da bir taraftan Beyşembi’yi onaylayarak “Kurban olayım! Dinle artık. Az çok akıllandın. Beyşembi’nin dediklerini geri çevirme.” dedi.

      Urmamabet sanki dinliyor gibi, hiç ağzını açmadan, ocağın yanındaki ibriğin kırık ucuna gözlerini dikmiş, düşünüyordu. Ne tür nasihatler edilmedi, dersiniz. Özellikle Beyşembi çok konuştu. Ben de kendimce artık ikna oldu, gitmeyecek galiba, diye düşünüyordum. O bu şekilde uzun süre oturdu ve aniden “Hayır, gideceğim.” diye kesip attı. Başka da hiçbir şey demedi. Deminden beri söylenen onca söze verdiği cevap buydu. Beyşembi umudunu yitirmedi, hâlâ konuşmasına devam ediyor, onu ikna etmek için çabalıyordu. Biraz önce Urmambet dışarı çıktığında Beyşembi de peşinden çıkmış konuşmuştu.

      Bu akşam bizim evimize birkaç yük taşıyıcı Tatar gelmişti. Hepsi aynı yaştaydı. Yemekten sonra sigara içiyor, akordeon eşliğinde şarkı söylüyorlardı. Bizim kötü çadırımızı neşelendirmişlerdi. Urmambet onlarla sohbet ediyordu. Amacı onların yük arabasıyla Karakol’a kadar gitmekti. Başköşede sigarasını tavana doğru üfleyerek içen sarışın, kısa boylu adam, Urmambet’e bir göz gezdirdikten sonra:

      – Ne kadar vereceksin, dedi isteksizce.

      – Elli kuruş verebilirim, dedi üzgün gözlerle bakarak, Urmambet.

      – Hayır, olmaz, dedi. Pazarlık uzun sürdü. Bir ara Urmambet:

      – Kurban olayım, topu topu bir som6 kadar param var, dedi. O bunu gerçekten söylüyordu. Hiç olmazsa seksen kuruş vereyim, sonra da bindiğim arabayı Karakol’a kadar süreyim, dedi.

      Adam birkaç dakikalığına sessiz kaldı, sonra bir şey hatırlamış gibi “Ver parayı.” dedi.

      Urmambet gömleğinin sağ tarafına elini sokarak bir mendil çıkardı, ucundaki düğümü çözerek zayıf elleri titrercesine kuruşları saydı. Onun bu haline ben çok acıdım. “Ah, zalim dünya! Şu zavallıdan para almasa bir şey mi olurdu? Millet, bunun gibi biçarelere neden benim gibi acımıyor?” diye düşündüm. Bu hayatta yoksulluktan başka kötü bir şey olmasa gerek!

      Urmambet dışarı çıktıktan sonra bir daha girmedi. Biz yatarken dışarıdan sesler geliyordu. Yük taşıyıcılarla gitmişti. Beş yıldan beri ilk kez gelmesine rağmen, bir gece bile kalmadan geri gitmesine içim cız etti. Urmambet’in hayatını düşünerek saatlerce uyumadan yattım.

      Aradan fazla zaman geçmeden bu bahar Urmambet’i yeniden gördük. Bu sefer Karakol’dan Karkıra’ya gidiyormuş. Andican’da bir zenginin işlerini yapıyormuş. Bu sefer önceki gibi değildi, morali iyiydi. Altında atı da vardı. Atını övüyor, neşe içinde Karakol’dan gelirken birkaç kez askerlerden kaçıp kurtulduğundan bahsediyordu.

      V

      Sonraki yılın yaz mevsiminde Elebes amcam beni Vasiliy isimli bir Rus zenginine köle olarak verdi. Sığırlarına çobanlık yapacaktım. Vasiliy’in evi, Tüp’ün öbür tarafında, Çon Bulak’ın yanındaki yalnız evdi. Bembeyaz badana yapılmış olan ev, ta uzaktan gözükürdü. Biz ata binip yola çıkmak üzereyken, Burmake ana:

      – Kendine iyi bak. Hep beraber el birliğiyle çalışmazsak olmaz, evin durumunu görüyorsun, dedi bana bakarak.

      – Çalışırım. Böyle yapmamız iyi oldu, dedim. Burmake ana ayağımdan kaldırıp ata bindirirken:

      – Ne verecek, diye sordu Elebes amcama bakıp.

      – Maaşı iki som, dedi, Elebes amcam.

      – Olsun. Bu devirde kimse iki somu bedava vermez, dedi, ata binmiş, beklemekte olan bize bakarak.

      Biz giderken gökyüzü bulutlanmış, tepelerdeki kara bulutlar oradan oraya geziniyordu. Rüzgâr esiyordu, hava serindi.

      Fakat çoktan beri yağmur yağmıyordu. Bozkırın düzlüğünde gidiyorduk. Bizim gittiğimiz yolda Başarin’in sürü sürü sığırları otlanıyordu. Sığır çobanı havaların kapalı olmasına rağmen akşam olduğunu anlamış ki, uzun kırbacını eline alıp arada bir ıslık çalarak sığırları sürmeye başladı.

      Elebes amcam eskiden beri aceleci ve olur olmaz şeylere üzülen bir adam. Bindiğimiz doru kısrağın karnına ara sıra ayağının arkasıyla vuruyordu. Bu arada bir şeye üzülmüş gibi kendince bir şeyler mırıldanıyor. Biz bu şekilde sessiz ilerlerken yüzünü buruşturarak, doğuya doğru bakarak: “Allah’ın yağmuru da yağmaz oldu.” dedi. Ben sesimi çıkarmıyorum. İki tarafıma bakınıyorum. Elebes amcam kısrağın karnına bir tekme daha atıyor.

      – Allah’ım bizi neden bu kadar çileli yarattın, diyor.

      Elebes amcamın eskiden beri dillendirdiği buna benzer serzeniş ve şikâyet dolu acı sözlerine alışmıştık. Herkes alışık olduğu için onun konuşmalarını kimse umursamazdı. Yüzü acı bir ilaç içmiş gibi buruşmuş şekildeydi. Sakalları ağarmıştı, yaşlı biriydi. Fakat ben, bu adam neden böyle diye, söyledikleri acı sözlerin nedenini arar, anlam vermeye çalışırdım. Olur, olmaz şeylere üzülmeye başlayınca, Burmake ana: “Yine mi söylenmeye başladı? Bir gün şöyle bir rahat yüzü göreceğimiz gün olur mu acaba?” derdi.

      Vasiliy’in evine gün batmak üzereyken geldik. Vasiliy orta boylu, kocaman göbekli bir adamdı. Üzerinde gömlek vardı. Biz geldiğimizde dışarıdaydı. Bizi görür görmez:

      – Geldi, dedi, bıyık altından beli belirsiz gülümseyerek.

      Attan inip eve girdik. Kapıdan girer girmez gözüme öbür odadaki dinî resimler çarptı. Ancak bunun gibi resimler benim hiç ilgimi