Çolpan

Gece ve Gündüz


Скачать книгу

çok memnundu. Fakat kocasının şehre gidip, hiç habersiz kaybolmasına da üzülüyordu. Şehirde olmak yerine keşke burada olsaydı… Bir bahaneyle şehirli kızın sesini ona dinletmek istiyor ve bu suretle kuma üstüne bir kuma daha getirmenin zor olmayacağını iyi biliyordu. Kocasının kadınlara olan düşkünlüğü ise sadece ona değil, bütün dünyaya malûmdu. Zebi’yi bir şekilde Binbaşı’ya almak konusunda kendisinin önceki düşmanı, yani büyük kuması Hadiçehan ile ittifak etmekten de geri durmazdı. Bunun için olsa gerek, bugünkü kahvaltıyı onun odasında yaptı, en mahrem sırlarını anlatarak, onu kendine meylettirmeye çalıştı.

      – Kocanızdan bu zamana kadar bir haber yok mu? – dedi gülerek.

      – Evet, kocanız şehirde kaldı. Bilmiyorum, yine birisine nazarı mı düştü acaba?

      – Nazarı kurusun onun? Ha deyinceye kadar çıkıp geliverir…

      – Sizin-bizim gelmesin dememizle gelmez olur mu?

      Tanrı, onu gelsin diye yaratmış olmalı.

      – Yüce Tanrı bu erkekleri bu kadar kayırıp kolluyormuş…

      – Kendimizden örnek verelim… Aramızda erkeği iyi görmeyen kim var?.. Ekmekten alın! Reçele doğru oturursanız…

      – Ekmek ile reçel her gün var. Başka dertlerden bahsedelim.

      – Ekmek ile reçel herkeste yok. Bu da olanda var. Şükretmemiz gerek…

      – Bin defa şükür… Kendi başınızdan geçti, biliyorsunuz, gönlümü tırmalayan bir şey var…

      – Benim gönlüm parça parça oldu, bitti kurban olduğum… Gönlümdeki alevin kupkuru külü kaldı sadece. Şimdi Tanrı’nın takdiri ile benim günlerim sizin başınıza geliyor. İnsaflı olmak gerekirse, kurban olduğum, bu günü Tanrı hiçbir kulunun başına getirmesin. Ekmekten alınız…

      Paşşahan kendi kumasının bu sözlerindeki acı kinayeleri, doğrudan kendi bağrına gelip saplanan bir mızrak gibi hissediyordu. Hakikaten bir zaman kendisi bu biçare hanımın üstüne kuma olarak gelerek onun yüreğini yaralamış, onu kıskançlık ve haset alevlerinde yakıp kavurmuştu. O zaman kendisi bir güldü, açıldı, mutlu oldu, gururlanıp, herkese tepeden baktı… Hadiçehan ise ezildi, yandı kavruldu, horlanıp hakir görülüp acı acı ağladı. Fakat kendi alnına da kuma yazısı yazıldı. Bütün gururu kırıldı, gururu ayaklar altına alındı, sevinci söndü, yüzü soldu, dudakları hazan rengine boyandı, ümitleri kesildi, ayakları zorlanarak sürüklenip ağlanacak hâle geldi. Sultanhan geldiğinden beri onun dudakları iki dişi arasından çıkmıyor, gözleri en küçük bir şeyde hemen yaşarıyor, göğsünde sanki devlerin taşıdığı ağır taşlardan biri yatıyordu… Doğrusu karnı tok, üstü başı yerinde, kat kat elbise, ağır iş yok… Lakin yanında başka bir yıldız parlayıp, gözlerini kamaştırdıktan sonra bu devletlerden ne fayda?

      Hadiçehan’ın bu haklı kinayelerinden sonra çöken ağır sessizlik içinde ağızlar kuru ekmeği şapırtıyla çiğnerken, Paşşahan bunları düşünüyordu. Bugün kendisinin eski düşmanı karşısında onun haklı olduğunu itiraf etmek, elbette kolay değildi. Fakat öbürü, yani küçük kuma, binbaşının gümüş kemerindeki en güzel nakış hâlinde yanıp parlarken, bu zararsız kumanın haklılığını itiraf ederek onun kırık gönlünü hoş etmek ve böylece onu kendi tarafına çekmek suretiyle şimdi kendilerine ani şekilde kuma olan küçük hanıma karşı savaş açmak lazımdı. Boşalan piyaleyi uzatırken:

      – Söylediğiniz doğru, – dedi Paşşahan, – söylediğiniz sözler acı da olsa, doğru. Bu konu hakkında ben size hiçbir şey diyemiyorum, bilhassa ben geldiğim sırada siz çocukluydunuz… Biliyorum.

      Kumasının elinden soğumuş bir piyale çayı aldı ve birbiri peşi sıra iki-üç yudumda boşalan piyaleyi yine geri verdi. Sonra devam etti:

      – O tarafını düşününce, ne sizde bir kusur var, ne de bende. Hangi birimiz bu adamla kendimiz isteyerek evlendik? Hepimizi ana-babalarımız bize sormadan evlendirdi. Bizim göz yaşlarımıza kim aldırdı, dersiniz?

      Burada Hadiçehan itiraz etti:

      – Hayır, öyle demeyin. Ben kendim isteyerek evlendim. O sırada damadınız gençti, bu kadar büyük bir makam sahibi de değildi, nihayet bir muhtardı. Birinci hanımından bala olmamış, iki-üç yıl beraber ömür sürdükten sonra hanımı ölmüş. Beni aldığı sırada, “Sen göz açıp gördüğümsün”, derdi… Benim şikâyet edecek hiçbir şeyim yoktu. Talihimden de şikâyetçi değildim. Bu arada işte bu Fazilet doğdu. Bala dediğin ana-babayı birbirine bağlıyor… Fazilet doğduktan sonra ben hayatımdan çok memnundum. İşte o sıralarda annem öldü. Babam da hacca gidip, orada kaldı. Bunca musibeti hiç sıkıntı çekmeden geçirdim. Çünkü evimden memnundum…

      Söz buraya gelince, Hadiçehan’ın gözleri yaşardı, çiçek desenli elbisesinin uzun yeni ile gözlerini sildi. Sonra yaşlı gözleriyle dışarıdaki çardakta açık yatan ve başına güneş gelen Fazilet’e baktı. Çaydanlıktaki son iki yudum çayı doldurup bir hamlede içip bitirdi. Arkasından çaydanlığı ve piyaleyi öbür tarafına alıp koydu ve konuşmasına devam etti:

      – Bu adam makam sahibi olduktan sonra değişti. Binbaşılık bunu fena şaşırttı. Kendi köyünü terk edip, buraya göç etti. Bu büyük avluyu satın aldı. İşte bu büyük binaları yaptırdı. Bağ yetiştirdi, arazisini artırdı. Gönlü başka işlere, başka yollara düştü… Bala da gözüne görünmez oldu, hanım da. Etrafına “dalkavuklar” toplandı. Kendisine kadın bulanlar, akıl verenler çoğaldı. Bir hafta içinde düğün yapıp, benim üstüme sizi getirdi…

      Buraya gelince, Paşşahan dayanamadı:

      – Ben isteyerek gelmiş olsam da… ayağımdan bağlayıp, bir esir gibi alıp getirdiler. Doğduğumda, gençliğimde hasta olup, ölüp gitmediğime pişman olarak geldim.

      – Biliyorum, kurban olduğum, biliyorum… O tarafını sorarsanız, bu kadın taifesinin çoğu ana-babasının zoru ile kocaya gidiyor. Öyle olsa bile siz benim üstüme bir kuma olarak geldiniz…

      – Gelmeseydim de ölseydim ben! Size kuma olarak kaç yıl, kaç ayım rahat ve huzurlu geçti? Siz ise beş-altı yıl rahat yüzü görmüşsünüz, içinizde ukdeniz yok… Ben zavallı, bir yıl bile gün görmedim… Bir gecenin içinde düğün sesi çıktı ve ertesi gün akşam namazı vakti Sultanhan çıkıp geldi… Benim ölmem daha iyi değil mi bu günümden? Babam ölesice, bunun malına mülküne, zenginliğine heves etti, “buz” gibi donup kaldı. Bu zenginliklerden ona ne fayda?..

      – Devleti kurusun, devleti!.. Anahan’ın yengesini kıskanıyorum… Devlet eseri yok. Hayatları maddî olarak zorluklar içinde geçiyor. Kuzu gibi iki balası var. Kocası daima yanında… Kuma derdi yok…

      – Nesini anlatıyorsunuz…

      İkisi de sessiz kaldılar. Biraz sonra söze yine Paşşahan başladı:

      – Ben tahammül edemiyorum asla, ben dayanamıyorum! Ben asla dayanamıyorum bu derde!

      Sonra şaşkın vaziyette etrafına bakındı ve sofra üstünden kumasına doğru eğilerek konuşmasını sürdürdü:

      – Yine birisini alıp, işte şu ölesiceyi kapkara kan ağlatsam… Kibir ve havasını kırsam… Elden ayaktan düşürsem… Telâşını bastırsam… Ondan sonra sizin sofranızı serip, elinize su verip, kızınızın çeyizini beraber dikip, her hizmetinizi görürdüm! İster inanın, ister inanmayın!..

      – Şimdi siz dertlisiniz, yalan söylemiyorsunuz…

      Kumalık alevleri zaten sönmüş bulunan bu çocuklu kadına dünkü düşmanın