Gençliğimiz rüzgâra savrulup gitti. Artık devletten bir şey alalım. Yaşlılığımızda lazım olur.
Hadiçehan’ın beklediği sözler bunlardı. Zaten o sözler onun kendi gönlünde yatan sözlerin aynısı değil miydi?. Kendisi yalnız kaldığı zamanlarda daima bu konu üzerinde düşünüp, bu tür dileklerde bulunmuyor muydu? Yani bugün iki kumanın yüreği aynı şekilde çarpıyordu! İki kuma bugün birbirlerini anlayıp, birbirlerine el uzattılar! Bundan güzel ne olabilirdi? Bir kişinin yapamadığı işi, iki kişi yapabilir. İki kişinin yapamadığını üç kişi yapar. Mesele, o üç kişinin birbirine el uzatıp, fikir birliği etmelerinde!
– Eğer doğru yaparsanız, o ahlâksız da yok demez!
Düşünelim, öyleyse… – dedi Hadiçehan.
Kuması birden yerinden kalkıp, onun yanına geçti ve tıpkı candan yakın arkadaşlar gibi, elini omuzuna atıp, yanaklarından öptü. Bu öpüş, riyakâr ve aldatıcı öpüşlerden değildi. Bilâkis gerçek ve samimi idi. Bu sırada Paşşahan’ın bütün vücudunu kumalık ateşi sarmış, gözleri bu ateşin alevleri ile parlayarak yanmakta, yüzü onun harareti ile kıpkızıl bir kor hâlini almıştı…
Bu sarılış ve öpüşlerle kendisinin samimiyetini bildirdikten sonra Paşşahan sıçrayarak yerinden kalktı, gidip kapı ve pencerelere bakıp geldi ve devam etti:
– Düşünmeye ne gerek var? Dünyanın en güzel kızı kendi ayağıyla köyümüze geldi… O kızı misafir olarak çağırırsak… tamam!
– Siz kimi kastediyorsunuz?
– Anahan’ın şehirli misafirlerinden Zebihan denilen türkücüyü…
Hadiçehan kabul eder gibi yapıp kumasına baktı ve sözüne devam etti:
– Bulmuşsunuz ha!.. Aklınıza hayranım! O kızın tarifini ben de duydum. Tam bir belâ imiş…
– Böyle olduktan sonra bizim işimiz daha da kolaylaşır. O kızı kocanıza methederek anlatacaklar olanlar herhâlde bizden çok olur. Benimle Sultan’ı methedip anlatanlar, böyle bir kızı anlatmaz mı sanıyorsunuz?
Dışarıdan homurtulu bir ses işitildi. Çardakta yatan Fazilet yerinden kalkmış geliyordu. İkisi de bu sohbeti burada kesip, ufak tefek ev işleriyle ilgili konuşmaya başladılar.
Biraz sonra elini yüzünü yıkamış olarak Fazilet içeri girdi. O eşiğe adım atar atmaz, annesi:
– Elini yüzünü yıkadın mı? – diye sordu.
– Evet! – dedi kız.
– Öyleyse, ocakta küçük çaydanlıkda çay var, alıp gel.
Kahvaltını et!
Kız çayı getirip, sofraya oturur oturmaz, söze başladı:
– Gece yorulduğum için gelince uyuyup kalmışım.
Yoksa sizleri uyandırıp, gördüklerimi anlatırdım.
– Neler gördün? – diye sordu annesi.
– Haydi, anlat bakalım, – dedi Paşşahan.
– Nesini anlatacaksınız! Zebihan adlı bir türkücü gelmiş, sesini duysanız, mest olursunuz!
Bunların ikisi birbirlerine bakıp, bıyık altından güldüler.
– Başka kimleri gördün?
– Zebihan ile gelen diğer kızlar da biribirinden güzel, biribirinden iyi, biribirinden serbest, biribirinden neşeli… Annesi hafiften güldü ve duyulur duyulmaz bir sesle:
– Merdiveni daha da ileriye uzatsak olurmuş! – dedi.
– Ne diyorsun, anne? – diye sordu kız.
– Hiç, – dedi annesi. – Kendimce bir şey mırıldandım.
Sen duyma…
Bu sözü ortanca hanım anlamış ve memnun bir tebessüm ile karşılık vermişti.
– Ziyafet nasıl oldu? – diye sordu annesi.
– Evet, sofradan bahsedin, – dedi Paşşahan.
– Fakirin sofrası ne olacak? Ekmek, yufka, kuru üzüm, kuru kayısı… şerbet… Sonunda keten yağlı pilâv… bir parça et rastlarsa var, yoksa o da yok…
– Vay, ölesice! – dedi Paşşahan.
– He ya! – dedi kızın annesi.
– Sofraya kim bakar, dersiniz? – dedi Fazilet. – Herkesin aklı fikri oyunda, türküde, kızlarda, daha çok Zebihan’da oldu. Tâ toplantı sona erinceye kadar hiç kimse yerinden kalkmadı. Hiç kimsenin canı gitmek istemedi. Gece yarısından sonra dönüp geldik. Biz geldiğimizde, hepiniz ağır bir uykuya dalmıştınız…
– Sofrası bunca berbatmış, sen çağırmıyorsun, misafirleri. Biz burada kıyameti koparırdık…
– Şunu anlatın! – dedi Paşşahan.
– Ben size sormadan çağırmaya cesaret edemedim. İkimiz anlaşıp kararlaştırdık, ertesi güne Sultanhan anam davet etti.
İki kumanın gözleri birdenbire oğlu olduğunu haber alan bir babanın gözleri gibi ateş saçan bir alevle parladı. Göz iması ile birbirlerine sevinçli haberi verdiler. İkisi birbirini göz ucuyla kutladı.
– Sultanhan anan mı? – diye sordu annesi.
– Evet, Sultanhan anam.
– Demek bunca akıllıymış Sultanhan anan!
– Bunun için de akıl gerekir mi? – dedi kız.
Hadiçehan gözlerini hilekârca oynatıp, kumasına baktı:
– Söyleneni duyuyor musunuz? – dedi. – Yarın bizim evimize şehirli misafirler gelecekmiş! Sultanhan anam davet etmişler. Sultanhan anam…
Paşşahan ezelden beri hilekâr olan gözlerine daha bir parlaklık vererek karşılıkta bulundu:
– Binbaşı dâdhahın21 sevgili hanımları olduktan sonra ne yapsa yakışır! – dedi. – Kim ne diyebilir? Haddi var mı, nasıl?..
– Bu kadar akıllıymış bu Sultanhan anan! – deyip tekrar etti Hadiçehan. – Bu kadar akıllıymış!..
İki kuma o hilekâr gözlerle birbirlerine bakışıp, mânalı mânalı gülüştüler.
Kız biçare, bu gülüşmelerin mânasını anlayamadığı için hayran hayran kâh anasına, kâh küçük anasına bakıyordu…
Malûm eğlence gecesinin ertesi günü Anahan ile misafirleri hava kararınca, ziyafetten dönüp geldiler. Misafir davet eden aile, köyün öbür tarafında yaşadığı için bunlar biraz yorulmuşlardı. Herkesten arkada kalan Zebi, elindekini arabacıya verip içeri girince, Anahan’ın annesi yalnız yakaladığı kendi kızına onun hakkındaki düşüncesini açıkladı:
– Bu Zebinisa adlı arkadaşın bulunmaz bir kızmış, balam. Bir merhametli, bir temiz kalpli, bir eli açık ki, bu zamanın gençleri arasında az bulunur. Bu kadar yerden gelip, bunca günden beri bekleyen biçare arabacı balayı diğer kızların hiçbiri hatırlayıp yoklamadı. Daima yoklayıp, haber alıp duran sadece Zebihan oldu. Arabacının kendi komşusu olan Saltanathan da asla yoklamadı…
Bu son cümleyi yaşlı kadın alçak bir sesle ve yarı fısıltı hâlinde söylemişti. Anahan:
– Doğru, ana! – dedi. – Zebihan arkadaşım bu hususta bulunmaz birisi, lakin…
Bu sözleri söyledikten sonra Anahan kendini tutamadı ve güldü. Yaşlı kadın