Murtaza Şerhan

Kızıl Cebe


Скачать книгу

istedi. Prihodko’dan çekindi, gergin adamın bakışlarından korkuyordu. “Neden çarmıha germişler?”. Babası Rıskul’un başı da Saymasaylılar bağlayıp hep birlikte kamçıladığında aynen böyle öne düşmüştü. Turar’ın bir süredir resme dikkatlice baktığını gören Prihodko:

      – İsa. Güçlü Tanrı, dedi.

      “Tanrı’nın kendisi bu şekilde aşağılanıyorsa, başkalarının hali nice olur? ‘Deve rüzgâra kapılırsa, keçiyi gökyüzünde ara’ dedikleri bu olsa gerek”.

      – Beyim, ben atlara baksam olmaz mı?! Birileri gidip huysuzları, ürkütmez mi? diye fısıldadı Turar.

      Kızgın bakışlarıyla süzen Prihodko:

      – Hadi git! dedi.

      Turar insanların arasından hızlıca geçerken, siyah giyinmiş yaşlı bir kadın ters bakarak:

      – Hay, Müslüman kâfir! diyerek tısladı.

      Turar’ın gidişinden resmedilmiş Tanrı da, onun havarileri de, minberdeki papazlar ile katedrali dolduran dindarlar da hoşnut kalmamış gibiydi. Katedral çıkışında eşikten itibaren dış kapıya kadar dizilmiş dilenciler her zamanki gibi merhamet dileyen bakışlarla ellerini açmış, başları önde bekliyordu. Eşikten kapıya kadar olan bir adımlık mesafe Turar’a kıl köprünün üstü, cehennem ateşinin yanan alevi gibi hissettirdi. Cebinde nezaket gösterecek kadar kuru bir bakırı bile olmayan, hizmetçi çocuktan da hayır, sadaka umanlar oluyormuş. Tanrının kendi evinde hayra bu kadar muhtaç olacağı kimin aklına gelir?!

* * *

      Aslanın sevgisini gösterişi bile kendince. Öyle ki, dünyaya getirdiği yavrusuna şefkat gösterirken bile asabi görünür. Birisinin şımartmasını kaldırıp, kaldıramayacağını kestiremezsin. Yelesi okşanınca cesaretlenerek heybetini gösterir.

      Bronnikov’a Rıskul uzun süre ısınamamıştı. Ama şu Rus’u evladı sevdiği için, onun da buz tutan yüreği yavaş yavaş erimeye başladı.

      Yakından tanıyıp, güveni artınca bir gün Rıskul Bronnikov’a:

      – Hey, İskender, böyle yatıp duracak mıyız? Kaçsak ne dersin? dedi.

      Bronnikov şüphelenmiş gibiydi. “Hapishane devlerinin tuzağı olmasın? Beni kışkırtacaksın sanırım?!”

      – Nasıl yani? diye, o da ağzından sır almak istercesine, – Sen çok bilen bir baş belasısın ya! Bir yolunu bul.

      – Başka bir yolu yok, diyen Bronnikov hücrenin içini gözleriyle süzdü. Yana yaslanmış, demirli pencereye gözlerini dikti.

      – Mümkün değil. Çelik testere lazım. O da biz de yok, oradaki bilek kalınlığındaki demiri kıramazsın. Burası ise taş, dedikten sonra düz avucuyla soğuk duvarı okşadı.

      Demir kapının göz büyüklüğündeki deliğini kapatan kapak açıldı, diğer taraftan bakan gardiyan tek gözünü onlara soğuk silah gibi dikti.

      Gardiyanın tek gözü sönmüş gibi kayarak, kapak tekrar kapandı.

      – Tazıya bak, dedi Rıskul.

      – Anında hissetmiş gibi. Bizim konuştuklarımızı onlara yetiştiren şeytanı mı var, anlamadım… Peki, ikimiz yalandan kavga etsek ya. O zaman az önceki tazı koşup kapıyı açar. Sessizce ağzını kapatıp, şalvarını başına geçirerek, sonra da kapıdan çıkıp gitsek olmaz mı?

      – Mümkün değil, dedi Bronnikov başını yana sallayarak.

      – Onlar bu numarayı çoktan hesaplamıştır. Biri içerideyken, ikincisi dışarıdan izler.

      – Sen bilmiyorsundur, ben bir kez bu hapishaneden kaçmıştım, dedi Rıskul, buruşmuş kel kafasını avucuyla okşayarak.

      – Bu baş nelere şahit olmadı ki, o özgürlük var ya! Tam beş gün özgürdüm. Kaçaktım. Evimde bir gün dahi gecelemedim. Belliğimi bir kez çözmedim. Benekli taşlar döşeğim, kara taşlar yastığım oldu. Ona rağmen kuş tüyü gibiydi, hey be!…

      – Bu hapishaneden mi? Ne zaman? dedi Bronnikov hayretler içinde.

      – Tam da, bu hapishane. Fakat hücrem başkaydı. Duvarlar kerpiçti. Geçen yıl yazın sonlarıydı sanırım.

      – Öyleyse neden yakalandınız?

      – E, İskender kardeş o uzun hikâye.

      – Hapishanede ikimizin sohbetten başka uğraşı mı var?

      Rıskul eski kalpağını başına giydi. Eski kalpağını giymeden uzun sohbetini başlamadı. Daha sonra demir parmaklıklı yüksek pencereye baktı. Pencereden hiç bir şey görünmüyordu. Fakat parlak dünyanın hayali canlanan o pencere Rıskul’un kitabı gibiydi. İlk nasıl hapishaneye düşmüştü?

      Rıskul demir parmaklı pencereden medet umarcasına içinden bir şeyler mırıldandıktan sonra sözüne başladı. Sankt Petersburglu Aleksandr Bronnikov hapishanede yattığı yerden Kazak bozkırlarını dağ, taş dolaşmaya çıktı.

      II

      Ahat ata çocuğun damarını bir an tutarak, sessizliğe gömüldü. Topuklarının üzerine çökerek başını duvara doğru yöneltip birden gözlerini yumdu. Yaşlanınca kaş da ağarırmış, sarkan meşin kaşları yumuk gözlerini kapatıyordu.

      Küçük yer, ev sessiz, alaca karanlık. Tek pencerenin yamalı perdesini at sinek iterek, çıkacak bir delik bulamadan vızıldayarak rahatsızlık veriyordu. Normalde dikkat çekmezdi, böyle kritik bir anda mavi sineğin mücadeleli vızıltısı evdekilerin hoşuna gitmemişti.

      Kargir evin1 köhne tavanını yalnızca yıpranmış ahşap bir kiriş tutuyordu. Onun da sırıtan bir çatlağı vardı. Ahşap kirişin iki yanına budanmamış iki çıta yerleştirilmişti. Evin iç tavanı ise sıvanmamıştı. Kargir evin ortasında yanan ateşin alevi ile dumanı evin tavanını iyiden iyiye parlak bir şekilde kurutmuştu. Tavandaki tek bacanın ağızından kurumlar sarkmaktaydı. Kirişi tutan yalnız desteğin her yerine çiviler çakılarak kayış, yular, kamçı, kıldan örme urgan, bir deste üzerlik otu asılmıştı. Rıskul’un ince eskimiş kaftanı ve eski keçeden kalpağı da oradaydı.

      Eşikte taş duvara sırtını yaslamış, topuklarının üstünde oturan iriyarı adam keyifsiz şekilde mavi sineğin olduğu yöne bir an dikkat kesildi. Eğer sineğin yerindeki insan olsaydı, şu elmas kılıç gibi parlayan sinirli gözleriyle onu dehşete düşürür, korkuturdu. Ama sinek denilen mahlûka insanın bakışı etki etmez. At sineği vızıltısına devam ederek, kirli camda debelenip durdu.

      İri yarı adam eşikten birden kalkarak, başındaki keçe kalpağıyla ‘penceredeki sineği çıkarayım’, düşüncesiyle yöneldiyse de, ihtiyar hekimin dikkatini dağıtmamak için tekrar yerine oturdu.

      Çift yönlü örgüleri deve yününden eğirilmiş iple bağlanmış, kakülü salınan küçük kız ayran kabana doğru elini uzatıp, tam dolabın çengelini açmıştı ki, deminden beri yüzü dönük dizlerini tutarak oturan güzel gelin küçük kızın dolgun, çıplak baldırını cimcikledi. Kız çocuğu ağlasın mı, babasına mı şikâyet etsin bilemedi, ayrana uzanan elini geri çekip, yerine oturdu.

      O evde ağaçtan yapılmış tek alçak döşekte yatmakta olan hasta çocuk kız kardeşi Tüymetay’ın halini görünce gülmek istedi. Ama gülmeye bile mecali yoktu. Kanı çekilmiş, moraran dudakları hafifçe kıpırdadı. Alçak döşekten sarkan zayıf bileğini çengel burunlu ihtiyar halk hekim tutmaya devam ediyordu. Bir zamanlar iriyarı ve güçlü kuvvetli olan çocuk artık güçsüz, bir deri, bir kemik kalmıştı.