Murtaza Şerhan

Kızıl Cebe


Скачать книгу

bir gerdanı olan Akköl kıyısına ulaşarak, orada geceledi.

      Akköl; Esik göle kıyasla daha güvenli ve düz bir araziye sahipti. Kıyısında gösterişli dağ ladinleri yoktu. Suyu da yeşil zümrüt gibi değildi. Duru ve ince akıyordu. Kıyısı benekli taşlarla dolu. Hantal taşlar Talğar’ın bağrından bir zamanlar koparak yuvarlanmış belli ki. Esik Gölü ne kadar güzel olsa da, güzelliğini kaynağından beslendiği Akköl’e borçluydu. Esik Gölü yaz günlerini yaşayan bu akşam vaktinde aşağıdan, ayak tarafından yukarı doğru kararmaktaydı.

      Dönem Temmuz olsa da, dağın omurgası hala dondurucu soğuk, Akköl açıkları asabiydi. Bu yüzden olsa gerek, kuş yavruları görünmüyordu. Ama gölde hanbalık11 çokmuş, konuk olta atarak, “hemen, şimdi” derken bir kova balığı toplamıştı. Yüksek sesle bağırıyordu. Bilim adamı oltaya balık geldikçe karısı oğul dünyaya getirmişçesine sevinip, şapkasını havaya fırlatıyordu.

      “Kendine alimim diyene bak!” diyerek Rıskul onun bu hareketlerini yadırgayarak izledi. Ne kadar fakir olsa da, sudan balık avlamayı kendine meslek edinmemiş olan Kazak için bu hareketler çocuksu göründü.

      Yanındaki yorgun kahverengi öküz biraz otladıktan sonra az ötede geviş getirerek, dizlerinin üzerine yanlamasına çöküp gözlerini yumdu. Zengi atanın dizlerini bükerek namazda oturuşu gibi.

      Rıskul kucak dolusu taş kıran çiçeği dalını kıyıya taşıyarak, kuru çalılarla ateş yaktı. Taş yığınlarından ocak yaparak, dışı isten kararan çaydanlığı ateşin üzerine koydu. Hanbalığı gerçekten de çok lezzetliydi, Petersburglu konuğu ile birlikte doyana kadar yediler. Atlar ve öküze yırtıcılar dadanmasın diye Rıskul tek namlulu tüfeğinin ağzına fişek sürerek, yanına yasladı. Ateş sönmesin diye yine odun topladı.

      Yüksek dağın gövdesine tırmanarak oturan bu iki adam yanan ateşe dalıp gitti. Konuk Kazakça bilmiyor, Rıskul’un Rusçası da “şöyle, böyleden” ibaretti. Dili ve dini farklı iki adam için sadece yanan ateş ortaktı. Alevler onlara tercüman olmuş gibiydi. Dünyada ateşten temiz bir şey yok. Hatta elmas ile altının bile kusuru olabilir. Fakat ateşte kusur göremezsiniz.

      Seyahat öncesinde Dmitriyev’in içinde kimi şüpheler oluşmuştu. Yabancı bir adam, dil bilmiyor, çok konuşmuyor, gizemi kimse tarafından bilinmeyen birisi. Talğar’da yaşayan bir Rus’un dediği gibi tipi, mayası soyguncuya benziyordu. Kanyonu bol dağ içerisinde onu yok etse ne yapabilirdi?

      O an sofra başında ekmeğini paylaştıktan sonra Rıskul’un aleve bakarken daldığını gördü. Yanan alevin parlayan kıvılcımları arasında güzel bir resme bakıyor ya da harika bir melodi dinliyormuş edasıyla duruşunu süzerken şunu düşündü: “Yok, yok. Böyle bir insanın kötülük yapması mümkün değil”.

      Birlikte bağladıkları kendisinin doru atı ile Dmitriyev’in bindiği kara at gecenin karanlığından ürkmüşçesine iç çekip, birbirlerine kişneyerek pineklemekteydi. Kahverengi öküz ise boynuzunu bilemekten sıkılacağa benzemiyordu. Ara sıra damağına kemik sıkışmış gibi yutkunup, tekrar geviş getirmeye devam etmekteydi.

      Tevekkül gecesi. Aşağılardan gelerek, “gökyüzü” denilen dağın “Talğar” adlı zirvesinin sırrını çözmek için bu kadar zahmetli seyahate katlanan Dmitriyev’in yaptığı da erlikti. Bilim yolcuğu için sadece erlik gerek. Ona rehberlik ederek, tabanı toprağa değmeden, dağ taş dolaşan Rıskul’un yaptığı da büyük erlikti. Bunun farkında olan bilim adamı sonraları Taşkent’te yayınlanan “Talğar: Trans-İli Ala Dağlarının En Yüksek Zirvesi” adlı eserinde şunları yazmıştı:

      “28 Temmuz 1923 tarihi benim Talğar’ın zirvesine tırmanışımın 20.yıldönümü. 28 Temmuz 1903 tarihinde ben Talğar’ın Güney cephesindeki en yüksek buzula tırmandım. Oraya ‘Bagatır’ 12 adını verdim.

      Benim rotam, Almatı’nın doğusuna kırk kilometre uzaklıktaki Esik nehri boyu idi. Esik nehri Trans-İli Dağlarının kuzeyinden akar. 1904 yılında bu rotayı Prof. Sapojnikov kullandı. Fakat Sapojnikov bu nehrin boyundan ilerleyerek, Ak Göl’e ulaştıktan sonra oradan geri döndü. Ben ise Ak Gölü geçtikten sonra on, on iki kilometrelik zorlu bir yolculukla seyahatimi tamamladım.

      Fakat 1903 yılında şansıma rehberliğimi Doğu Talğar bölgesi Kazaklarından Rıskul Jılkıaydarov yaptı. Prof. Sapojnikov’un Rıskul gibi bir rehberi yoktu.

      O Şilmembet boyuna mensup sıradan bir Kazak idi. Köylü olsa da ruhu güçlü, kuvvetli, dayanaklı bir Kazak. O çevrede Trans-İli Dağlarını iyi tanıyan avcı yoktu.

      Rıskul daha önce hiçbir haritada yer almayan, zorlu ve tehlikeli yollardan Talğar’ın arkasından dolaştırarak beni Esik nehrinin doğduğu noktadan daha ilerisine götürdü. Onun sayesinde benim 1903 yılındaki seyahatimin önemli ilmi sonuçları oldu. Bu başarım için ben rehberim Rıskul’a sonsuz minnettarım. Onun öylesine çetin uçurumlardan, cam gibi parlak buzullar arasından yol bulup, tüm gücü ve çevikliğiyle beni götürüşünü görmeliydiniz.

      Talğar zirvelerine ilk tırmanan araştırmacı, ilim adamı olarak ben buzulların eteğindeki Esik nehrinin ağzından başlayan vadiye ‘Rıskul Vadisi’ adını vererek, onun ismini ölümsüzleştirmek adına bu hakkımı kullanmaya karar verdim. Çünkü onun ilme çok emeği geçmiştir”.

      İlim adamı bu dizeleri yirmi sene sonra yazdı. Yirmi yıl önce Ak Göl kıyısında gece yarısı ateşin karşısında otururken o bu kararı vermişti. O gece ateşin başında Rıskul topuklarının üzerine çömelmiş, kömürleşen odunları karıştırırken buz dağının merhametini uyandıracak sır dolu ve öfkeli şarkıyı mırıldanıyordu.

      “Zenginlik peşine düştüm on yaşımda,

      Çekerim ağır kurşundan,

      Su koysan sırtına dökülmezdi,

      Kendini bilmez o da bir gün rahvan atından”.

      – Konusu ne? diye, sordu ilim adamı.

      – Sinsi yaşam, kısa hayat, uzaklardaki doğduğum yer hakkında, dedi Rıskul.

      – Sizin doğduğunuz yer Talğar değil miydi?

      – Çimkent. Tülkibas’ı duyanlar, orada Aksu-Jabağılı’yı bilir!

      – Ha-a-a? Aksu-Jabağılı? Bilirim, bilirim. Bilim adamının iki gözü önünde yanan kıvılcım gibi parladı.

      “O, doğasına kurban olduğum Aksu-Jabağılı! Seni Petersburglular da tanıyormuş ya!” diyerek Rıskul müteessir oldu.

      Ertesi günü Rıskul Dmitriyev’i Talğar’ın en yüksek zirvesi olan “Bagatır’ın” (Bahadır) parıltılı buzullarına götürdü. Yukarıdan baktıklarında aşağıdaki oyukta otlayan yaban dağ keçileri açıkça görünüyordu.

      – Biz yabanlardan da yükseğe çıktık sanırım, dedi Rıskul.

      Yükseklere tırmandıkça nefes almak güçleşiyordu. İlim adamının adımları yavaşladı. Başı dönerek, gözleri kararsa da, o ölüm kalım mücadelesi içinde defterine bir şeyleri not etmeye devam etti, yazdıkça yazdı.

      “Rıskul” diye seslendi bilim adamı nefes almakta zorlanarak, “şu aşağıdaki yaban keçilerinin otladığı vadi artık senin adınla anılacak. Bütün ilmi eserlerde oranın adı bundan sonra “Rıskul Vadisi” olarak anılacak. Esik nehrinin başladığı yer” dedi.

      – Adım kitaba yazılacak kadar kimim ki ben, hangi âlim mişim? diye soran Rıskul