Murtaza Şerhan

Kızıl Cebe


Скачать книгу

* *

      O zamandan buyana tam bir yıl geçti. Rıskul kendi vadisine tekrar dönmüştü. Vadiye “Rıskul” adı verildiği için kendini özel mülküne gelmiş gibi hissediyordu. Oradan artık kendi özel geyiklerinin birini avlayarak dönmek istiyordu.

      Fakat şanssızdı. Geçen yılki bolluk bu sene yoktu. Havada geyik kokusunu hissetmiyordu. Gün boyu su başında pusuya yattı, geyik görünmedi. Ayak izleri de eskiydi. Yakın zamanda suya inmedikleri belliydi.

      Dinlenerek yolda iz sürse, belki bir av denk gelirdi, lakin Turar için endişelenmeye, tayına gem vurulmuş kısrak gibi sabrı tükenmeye, kendi kendine huysuzlanmaya başladı. “Lanet olsun, Saymasay için geyik avlar dönerim diye düşünürken, oğlum kim bilir ne halde? Allah kahretsin, geri dönmeliyim. Yolda atıma sürüden bir kara koyun atar dönerim. Ne olacak, en fazla Sibir’e sürerler” diye mırıldandı.

      Derken tüfeğini sürüyerek, aşağıda bağlı bıraktığı atına doğru yönelmişti ki bir hayvanın avuç içi büyüklüğünde izini fark etti. “Pars!” diyerek birden irkildi, tüm vücudu buz kesse de yürümeye devam etti. Anında kendini toparlayarak, gördüğü izi bir müddet sürdü. “Karşıma bir çıksa, avlayabilsem, benekli parsın derisi bolıs için kıymetli bir hediye olmaz mıydı?” diye düşündü.

      Dağ sakin, zirve kar ve buz kaplı. Uyuşuk taşlar. Hayat belirtisi yok. “E, gitmiş olmalı uyanık. Geyiğin izini sürüyor olmalı. Bu yüzden geyik suya inmemiş ürkmüş olmalı. Pars ürkütmüş anlaşılan”.

      Çalılar arasında bir şey kıpırdar gibi oldu. Gözlerini ovalayarak, hayal gördüğünü sandı. Tam da önünde kapı ve başköşede gerilmiş gibi görkemli bir pars duruyordu. Baş eğecek gibi değil, “gelirsen gel” der gibi dikiliyor.

      Birbirlerine çok yakınlardı. Yerinden kımıldasa pars yanında bitecek gibiydi. Ama sıçramadı. Tok olsa gerekti. Altın renkli benekli tüyleri pırıl pırıl parlıyordu. Ayrıca tüyleri yeni uzamışa benziyordu. Savaşçı sultan duruşu, gerçek bir asalet.

      Pars Rıskul’a bir süre uyuşuk halde baktı. Avcı tüfeğini kaldıracak olsa, sanırım mermiden önce sıçrardı.

      Avcı önceleri yüreği ürperse de, paniğe kapılmadı. Eğer doğrudan kaçsaydı kurtulamazdı. Pars insanın tabanını görsün yeter ki, hemen cesarete gelir. Gücü böyle ortaya çıkıyor derler.

      Rıskul savaşçıya gözlerini dikti, efsunlanmıştı. Gözünü o an kırpsa tehlikedeydi. Tek başına dağ, taş dolaşırken birçok zorluk yaşamıştı. Ayı ile de boğuştu, sürü halindeki kurtların arasında da kaldı. Onların hiç biri bu kıyametin yarısı kadar bile olamazdı. Bu gerçek bir sınav olmalıydı. Yüz veya ağzının bir kenarı seğirip, en ufak bir korkuyu hissettiğinde pars ok gibi fırlamak için hazır bekliyordu. Ne kadar pehlivan olsan da, bu erkeğin karşısında dayanabilmek mümkün değil. Bu savaşçı bir çarpmayla ağır bir devenin belini bile kırar.

      Aşağıdan Tibet kekliklerinin sesi duyuldu. Pars’ın bir kulağı hafifçe kıpırdar gibi oldu. Az önceki keklikler tekrar gıdaklayarak, kanyonun bir yamacından diğer yamacına doğru uçmaya başladı. Üstlerinde buzulların zirvesi. Yardıma gelecek kimse yok. Rıskul belaya kalsa, onu kim arayacak? Diğer yandan Talğar’ın bu kadar yükseğine kadar tırmanabilen hiç kimse olmamış. Dmitriyev ise uzaklarda. Kısa bir zamanda Rıskul’un aklından neler geçti, neler? Başına bir hal gelse, kurda kuşa yem olacak, kemikleri her yere dağılıp defin bile edilemeyecekti. Geçen yıl gelen bilim adamı vadiye Rıskul’un adını vermişti. Sebepsiz yere gitmese ne olurdu ki, Rıskul’un vadisi ne yapsın, Rıskul’un kazılmamış mezarı olacak.

      Birbirini efsunlayan bakışlarla kritik anlar geçti. Bir ara Rıskul dayanamayarak:

      – Hey, benekli dedi, yavaşça. Ben sana zarar vermeyeceğim. Git, git hadi!

      Pars Rıskul’dan bakışlarını kaçırdı. Fark ettirmeden, yaprak ve çalıları hışırdatmadan, pamuğun üzerinde yürüyormuşçasına, sakin ve cilveli adımlarla, heybetli bir heykel gibi gitmeye başladı. Sonra bir anda karşıdaki sarp kayaya sıçrayarak, zirveye doğru yöneldi. Ne bir taş parçası, ne kırağı aşağıya yuvarlanıp düşmedi. Sarp kayalıklar üzerinde değil de, havada yürüyor gibiydi. Atış mesafesinden hala çıkmamıştı.

      “Ateş etsem mi ki?” diye Rıskul’un aklından zalim bir düşünce geçti. Daha sonra tövbe etti. “Bu kadar samimi, sözüne sadık, kral savaşçıya arkasından sürünerek ateş edersem, bu ölümdür” diye düşündü Rıskul. Tanrı gibi benekli deri yerine, Saymasay keçi derisini niye giymesin?

* * *

      Dağ keçisinden yana şanslı olmasa da, parsla karşılaşan Rıskul kan dökmeden ayrıldığına seviniyordu, kederli gönlü bayağı bir hafiflemiş, keyfi yerine gelmişti. Az önceki parsın mertliğine kani gelerek, onu kendine pir kabul edip kanatlanmış gibiydi. Sıradan ufak-tefek nafile hayatın kaygıları için, sıradan bir yaban keçisi avı için gönlü kırılmış, hüzünlenip küsmüşken birden silkindi ve gayreti yerine geldi. “Börünün azığı ile erin azığı yolda değil midir Tanrım, Saymasay’ın bir kara koyununu izinsiz alıp gitsem ne olur? Bolısa birçok koyun ederince hakkım geçti, ben neden bu kadar yalnızım, lanet olsun!” diyerek, Rıskul bolısın sürülerinin yayıldığı otlağa doğru at bindi.

      “Köjeden 13 başka aşım yok, Hüda’dan başka dostum yok” kendimden medet ummasam, bana kimin canı acısın. Bolıs için bir koyun, bostancının bir kavun çekirdeği gibi değil midir?”.

      Kara koyun sürüsü Kekilik vadisinin güney sırtlarındaki otlarla kaplı, sulu çimeninde yayılıyordu. Dağdan inerek yaklaşmakta olan yalnız atlıyı fark eden çoban Eralı eşeğini “dehleyip”, avcının önüne çıktı. Atlı yaklaştıkça Rıskul olduğunu tanıyarak:

      – E, bu kimmiş desem, bahadır mıydın? İyi misin, babalık? Ailen, sağlığın, malın mülkün yerinde mi? Avdan mı döndün? Av bereketli miydi?

      Basık burunlu yaşlı adam yaltaklanmaktaydı. Gerçek hali de dağ vadisi gibi safdildi. Fakat az önce sorduğu hal hatırı dalga geçer gibi duyuldu. “Eli boş olduğunu gördüğü halde bir de “Av bereketli miydi?” diye soruyor. Avdan yılan yalamış gibi eli boş döndüğüm apaçık ortada değil mi?!”

      – Ereke, oradan bir kunan14 koyunu yakalayıp, önüme atar mısın? dedi, avcı.

      Koyun çobanı “şakalaşıyor” diye düşündü.

      – Zenginin malını ne edeceksin yiğidim, diye yayılarak gülümser gibi oldu.

      – Hey, Ereke ben gayet ciddiyim.

      – A-ha, bahadır, düşkün ağanla kafa bulasın geldi değil mi?! Doğrusu, kendimin olsa “sözünün sadakası olsun” der, o kunan koyunu atına atardım. Elden ne gelir, ne çare babalık?!

      – Olmadı, beye git de ki “bir koyununu Rıskul zorla götürdü” de, ben sana eziyet etmişim gibi sızlan. Sonrasını ben kendim hallederim. Koyuna çok ihtiyacım var, kusuruma bakma ne olur.

      Rıskul sürünün kenarına yaklaşırken, sadece semiz koyunlar homurdanıp, yaban koyunu gibi bakışlarla ürkek kaçmaya başladı.

      – Hey, bahadırım, ne yapıyorsun sen, çocuk gibi kendi halinde otlayan sürüyü ürkütüyorsun.

      Rıskul artık onun sözünü dinlemiyordu, atını dörtnala koşturarak, semiz bir koyunu yakaladığı gibi atına çekti ve önüne bağlayarak yoluna devam etti.

      – Kusura