Murtaza Şerhan

Kızıl Cebe


Скачать книгу

diye, haber yollamıştı. Mamırbay ise kendi dirseğini dişleyemediği için (evladına engel olamadığı) darılmıştı…

      At sineği bir müddet sessiz kalsa da, tekrar vızıldamaya başladı. Yamalı pencereyi bin yıl geçse de delip çıkamayacağı aşikâr. Ama cama çarpmaktan, vızıldamaktan da vazgeçmiyordu. Dışarıdaki o büyük dünyaya çıkma özlemiyle çırpınan bir mahlûkattı.

      Ahat bir an seyrek kaşlarını oynattı, gözlerini açtı. Bakışları yumuşadı, onun her hareketini takip eden Rıskul’ın içi ferahladı. Hekim kendisi ağır işittiği için herkesi kendi gibi sağır sandığından mı bilinmez “Rıskul! Hey! Rıskul!” diye, yüksek sesle bağırdı. “Ecdat, yaradan esirgedi, çocuğun büyük bir tehlikeden kurtuldu. Ağır yakalanmış, şu tifüsü diyordum. Artık zarar veremez. Sağlıklı olacak. Bir müddet tahıllı aş yedirmeyin. Unu kavurarak, un çorbası içirin. Yine söylemek istediğim bulabilirsen loğusadaki kadınlar için özel pişirilen kara koyunun eti lazım. Sadece yağlı çorbasını içir. İnşallah yiğidin iyileşecek”

      Ahat yerinden kalktı, bastonunun yardımıyla iki büklüm yürüyerek eşiğe yöneldi. Dışarı çıkarken arkasına döndü.

      – Şu kara koyun etini ihmal etme, dedi.

      Bir an kara koyun etinin telaşına düşen Rıskul yaşlı hekime teşekkür etmeyi bile unuttu.

      Hekim tekrar ardına dönerek:

      – Haa, bu arada, üzerlik otu yakarak tütsü yap, Güneş kızıllığını yitirdiğinde, çocuğunu dışarıya çıkar, yüzü kıbleye dönük şekilde hindibanın kaynamış suyunu yüzüne serpiştir, dedi.

* * *

      Kurban edecek hayvanı yoktu. Öyle ki yalnız hasta bir oğlağı bile yoktu. Çöpe atacak yiyecek olmayınca hızlı koşan iti gelengi avına çıkmış, gün boyu dağ eteklerinde dolaşıp, çok sıkıldığı evden gitmişti. Dağ demişken…

      Rıskul o an yaban koyunu vuracakmış gibi kendini aceleyle dışarı attı. Sadık dostu gibi Talğar Dağı bağrını açmış duruyordu. Evet, Talğar’a tırmanmayalı epey zaman geçmişti. Öyle ki en son geçen yıl Sankt-Petersburg’dan gelmiş eğitimli bir Rus’a refakat ettiği günden buyana tekrar Talğar’a çıkmamıştı.

      Bu da öylesine geçmiş günlermiş. Rusların içerisinde özellikle rütbeliler arasında böylesine yetenekli ve iyisini görmemişti. Metrey, evet, adı Metrey’di. Talğar’ın yüksek zirvesine yol bularak çıkardığı için Rıskul’a çok gümüş para vermiş, Rıskul’un evi o dönem yokluk görmemişti.

      O Rus dönerken:

      – Eğer dara düşersen haberleş, demişti.

      “Durumumu anlatan bir mektup yollasam mı?” diye düşündü Rıskul.

      – Ama cehennemin dibinde bir kez gördüğü bir Rus’tan kara koyun için para isteyip, avuç açmak ne demek? Bunu yapana kadar tüfeğimi alıp, dağda ava çıkmak daha doğru olur sanırım. ‘Arayan kısmetini bulur’ derler. Geyiğin semirdiği dönemdeyiz…

      Talğar’ın zirvesi bulutlu. İnsan ayağı basmamış dağın zirvesine Rıskul ve rehberlik ettiği Petersburglu Rus Metrey’in tırmandığı Talğar. Dünyanın zirvesine o zaman çıkmıştı. Dünyanın kibrine o an şahit olmuştu. “Uludağ’a tırmanan var mı, uların5 etinden tadan oldu mu?” diye sorduklarında:

      – Var! O da Rıskul, diye cevap vermeleri yeterli.

      Dar alının yazısına çare yok! Rıskul artık Saymasay’a gidip, önünü görmek istiyordu. Bolısa eli boş gitmek yakışık almaz. Rasgelirse dağdan bir yaban keçisi vurup, armağan etmekti dileği. Bolıs çok da heveslisi değil, yaban keçisinin etine onun eşleri bile aşermez. Sadece bolısın yirmi yaşlarındaki oğlunun ilgisini çekerdi. Yaban koyununun aşık kemiğini6 çok severdi. Bıyıkları terleyene kadar aşık atma oynamışlığı var. Eline yaban koyununun aşık kemiklerini alınca, gökyüzündeki güneşten içine sanki sigara dumanını çeker gibi burnunu havaya kaldırır, mest olurdu. Çocuğunun başka akranlarından cesur olması ve kendine özgüveni Saymasay’ın da hoşuna giderdi. Rıskul onun düşmanı dahi olsa, dağ keçisini onun elinden kabul ederlerdi. Avcı da buna güveniyordu.

      Saymasay’ın Kaldıbek adındaki çocuğuna hamileyken baybişesi7 Bibisara ayı etine aş ermiş, ilçe karışmıştı. İşine yine Rıskul yaramıştı. İnsan ayağı basmamış yüksek zirvelerde ayıyı vurup, baybişenin derdine deva olsun diye getirmişti. O dönem bir çok yalaka kâhin “O Bolıs beyim, baybişeniz namı yürüyen yiğit bir evlat dünyaya getirecek” diye yalakalanmıştı.

      Şafak vakti avcı yola revan oldu. Dağ yolunu hatırlayamayan Şolak Şabdar Rıskul’un tutumunu görünce Esik nehri kenarını takip eden eski yoldan gitmeye başladı. Daha önce 1903 yılının yine böyle yaz mevsiminde Rıskul tam bu yoldan Petersburg’dan gelen beye refakat etmişti. Ünlü coğrafyacı, büyük ilim adamı Dmitriyev özel olarak Çarlık Rusya’sının başkentinden gelerek, Trans-İli Ala Dağları silsilesinin en yüksek dağı Talğar’ın zirvesini araştırmak istediğinde, ona rehber ve yardımcı lazımdı. Öyle ki, Almatı çevresinden Talğar’ın kayalıklarına hiç kimse tırmanmamıştı.

      “Şimdi kimi bulabiliriz?” diyen bölge yöneticileri kendileri araştırmaya başladı. Derken “Doğu Talğar Bölgesinde yaşayan Tav-Şilmembet boyundan Rıskul var” diye duyum aldılar. Yukarıdakilerden aldığı talimatla bolıs Saymasay Petersburg’dan gelen ünlü ilim adamına yol arkadaşı ve rehber olarak avcı Rıskul’u görevlendirdi.

      İlim adamı o zaman dağlı Kazak’ın cesur kişiliğini görmüş ve tatmin olmuştu. Böylelikle Dmitriyev atına bindi. Fakat Rıskul’un atına binmek yerine güdük boynuzlu, kahverengi öküzle yürüdüğünü görünce, şaşırdı. Hikmeti daha sonra anlaşıldı ki, kayalıklardan, daracık geçitlerden geçerken o öküz argımakla8 bile değişilmezmiş. O zaman Rıskul Esik nehrinin ağızından başlayarak, ilim adamını İli Ala Dağının zümrüt kolyesi Esik Gölü’nün kenarına kadar çıkarmıştı. Orada Dmitriyev:

      – Böylesine muhteşem bir yeri gördükten sonra Talğar’ın zirvesine tırmanamasak da, ben amacıma ulaştım! diye Rıskul’un sırtını sıvazlamıştı.

      – Esik Gölü’nün etrafından dolaştıktan sonra ulu Talğar’ın kayalık tepeleri başladı, yol çetinleşti. Bitki örtüsünün rengi değişti, yüksek yaylak cennetindeki sıradan dağ gülleri ünlü ilim adamını sevinçle karşıladı. Dmitriyev atından dönerek indi, dağ gülleri arasından suda yüzüyormuşçasına geçip, dağ nanesini okşayarak, geyik otunu kokladıktan sonra:

      – O, Edelweiss!9 diye bağırdı. Edelweiss, fedakâr, öfkeli kahramanların gülü olarak bilinir. Seni de görmek kısmetmiş!

      Rıskul için tüm bu olanlar saçmalık göründü. “Allah’ın bitkisine de böyle şaşırılırmış. İlim adamı mısın, nesin, vakitlice gitmemiz gereken zirveye çıkacak mıyız?” diye sordu.

      İlim adamı her bitkiyi kökünden çakısıyla keserek, titizlikle çantasına koyuyor, dizinin üstündeki küçük defterine birşeyler karalayarak zaman geçiriyordu.

      – Bu Edelweiss. Kazakça adı nedir? diye, Rıskul’dan sordu.

      – Hey, Allah’ım! Bildiğimiz “kar gülü”