ADLI ÖYKÜ ÜZERİNE
Öyküde, 1921-1922’li yıllarda İdil-Ural bölgesinde gelişen ve Tatar Türklerini Kafkasya, Sibirya ve Orta Asya taraflarına göç etmeye mecbur eden açlık vakası anlatılır. Bu hususta hemen başlığın altında A. İbrahimov kendisi de parantez içinde şöyle bildirir: “1921-1922 yıllarında İdil-Ural Bölgesinde Gerçekleşen Feci Olaylar.”
Mevcut öyküyü A. İbrahimov’un diğer eserlerinden farklı kılan, onun baştan sona koyu, karanlık ve trajik renklerle boyalı olmasıdır. Yazar, eserde bilerek üstünlüğü kara renge verir: “Kara ölüm”, “kara kanatlar”, “karanlık mezarlar”, “kara tufan dalgası”, “karanlık bir gecede, etrafa çöken karanlık ölüm”, “karanlık bir duygu”, “evin her tarafını yırtıcı karanlık örttü”, “küçük karanlık köy” vb. Ölüm kendisi de A. İbrahimov tarafından “etrafa kara kanatlarını seren” kocaman kara bir kuş olarak tasvir edilir.
Olaylar, yeryüzü bembeyaz karla örtülü kış mevsiminde gerçekleşir. Çünkü kış mevsimi ve sıkça dile getirilen zemheri, Tatar Türklerinin yaşadığı İdil bölgesinde soğuğun eksi 30-40’ların altına indiği ve doğada hiçbir yiyeceğin kalmadığı, açlığın doruğa ulaştığı, evlerin kar yığınları altında kaldığı, şiddetli esen rüzgar ve tipiyle bilindiği bir mevsimdir. Bir taraftan açlık, diğer taraftan zemheride ısınmak ve ocakta bir şeyler pişirebilmek için oduna olan ihtiyaç, insanların yaşadıkları acıklı durumu daha bir pekiştirir:
“Gerey, bu yıl kış boyunca ahırının ve evinin çatılarını söküp yaktı. Artık yakacak hiçbir şey kalmamıştı. Ancak dünyadan göçen komşusunun iki tarafta iki çiti kalmıştı. Kapıdan çıkar çıkmaz neyi yıksam diye biraz düşünen Gerey, doğru çite yaklaştı ve baltayı vurdu. Kızı biraz şaşırsa da seslenmedi. Beraber kucak dolusu ufak kuru odun hazırlayıp eve götürdüler.”; “Seki genişti, bütün tahtaları da sağlamdı. Bunlardan eni iki karış, kalınlığı bir elli, tahminen üç arşın olan tahtanın bir tanesini çekip aldı, birçok kez yardı. Güzel, kuru bir odun oldu.” (İbrahimov, 2007: 314-315)2
Yemek için yiyecek, ısınmak için odun bulamadıkları bir mevsimde ayakta kalmaya çalışan insanlar, kurtuluşu kış mevsiminin sona erip yazın gelmesinde görürler. Örneğin, çocuk Zeyni sürekli yazı ve bu mevsimle gelecek bereketi hayal eder:
“Babacığım, ne de olsa kış mevsiminin bitmesine çok kalmadı, değil mi, diye yaz mevsiminin geleceğini, onunla beraber çeşitli yiyecek bulabileceklerini hayal etmeye başladı.”; “Biz, geçen sene olduğu gibi kırdan başaklar toplarız… Ondan sonra ağaç yaprak açar, onu toplarız… Oltam hâlâ çatının altındaki odada yatıyor… Ben balığa giderim… Ondan sonra kurbağa, köstebek, kuş yakalarız… Ondan sonra, yeni ekinler yetişir. Öyle ya babacığım?” (300, 317).
Tatar bilim adamı M. Ahmetova’nın da altını çizdiği gibi, doğal olarak A. İbrahimov “Âdemler” adlı öyküde açlığın dehşetini her ne kadar bütün çıplaklığıyla tasvir etse de diğer Tatar yazar Fatih Emirhan gibi Sovyet iktidarını suçlama yolundan gidemez. Çünkü kendisi de bu iktidarın temsilcisi idi (Ahmetova 2016: 22). Bu yüzden yazar, facianın siyasi, ekonomik ve toplumsal sebeplerini dile almadan, açlığın sebebini daha çok doğada olup bitenlere bağlı olarak anlatır:
“Yaz boyunca bir damla dahi yağmur yağmadı. Bir tane ekin yetişmedi, ağaç ot hepsi kurudu. Hayvanlar, çamurlu kökleri yiyerek kırıldılar.” (322).
1. Eserde İnsanlar ve Açlık
Eserde anlatılan olayların içinde yer alan halkı üç gruba ayırmak mümkündür: 1. Açlık başlar başlamaz ekmeğin bol olduğu diyarlara göç edenler; 2. Açlıktan ölenler; 3. Köyde kalarak açlık ile mücadele edenler. A. İbrahimov’un da yazdığı üzere, “Kendilerinde kıpırdayacak gücü bulanlar korkuyla dünyanın çeşitli yerlerine kaçtılar.”; “Daha güz aylarında vebadan kaçarcasına, aç ölümün karanlığı üzerine çöken bu topraklardan belirsiz ülkelere dağılmışlardı.” (286, 287).
Fakat birçok insan bu kadar şanslı olamaz, yaşadığı köyde açlıktan can verir:
“Evde, sokakta ya da yolda direk elden ayaktan düşüp ölüyorlardı.” (288).
Eserde açlıktan can verenlerin dünyası olarak kiler tasvir edilir. Ölenleri toprağa verecek güçleri olmayan köylüler, cesetleri önceleri tahıllar için kullanılan ama artık “apayrı bir dünyaya”, “karanlık korkunç ölüm dünyasına” dönüşen bir kilere toplarlar:
“Bunlardan kenarda ayakları elleri yan yana dağılıveren beş altı çocuğun cesedi bir birlerine yapışarak donmuştu. Çocukların cesetlerini başına minder yaparak onlara yaslanan yaşlı bir ninenin cesedi, aşırı şişkin teniyle dağ gibi yığılıp uzanmıştı…” (289).
Fakat öyküden göründüğü üzere, kendi ecelinle ölmek o yıllarda “iyi” ölüm sayılırdı. Bazılarının cesedi parça parça köpeklerin ağzından toplanır (“karın üzerinde saçılıp yatan cesedin kanlı parçaları”, “İhtiyar’ın Aktırnak’tan kalan parçaları”), bazı cesetlerin parçaları yamyamlık yapan babasının elinden alınır (“Küçük sabi kızın pişirilmemiş zayıf elleri ve kaburgaları orada, sekide dağılıp yatıyorlardı.”) ya da bazıları yitirdiği aklı ve bulanık bilinci yerine gelince vicdan azabına dayanamayıp kendilerini asar (“Kirişin tam ortasına kemer bağlanmış, kemerin bir ucu asılmak için düğümlenmiş ve o, Gerey’in boyun kemiğini sıkmıştı.”). Açlığa dayanamayıp ölenler, bir nevi kanı donduran açlık dehşetinden kurtulmuş olurdu. Asıl faciayı hayatta kalan ve açlıkla mücadele etmek zorunda olanlar yaşar. Böyle bir acıya dayanarak yaşamak zorunda olanların durumu vahimdi:
“Esen kalanlar da ya çok kötü şişmişler ya da kanları çekilip iyice kuruduklarından ayaklarına zar zor basıyorlardı.” (302).
Eserde henüz ölmeyen, açlıkla baş etmeye çalışan aç insanlardan bahsedilirken onlar artık neredeyse ölü, yarı yarıya ölüler dünyasına ait olan “cesetler” ve “gölgeler” olarak tasvir edilir: “Bir kez ölüp yeniden dirilen canlı cesetler”, “ölüm gölgesi”, “halsiz gölgeler”, “korkuluk gibi birisi”, “mezardan dönmüş cesetler gibi”, “zayıf, ölü suratlı, kabirden çıkmışçasına korkunç gölgeler” vb.
Açlık kimseye acımaz, büyüklerin ve çocukların üzerine aynı etkiyi yapar. Açlıktan ölmek üzere olan insanların fiziksel görünümlerinde tokluk zamanların izi dahi kalmaz:
“Bu, uzun boylu fakat zayıflayınca yanakları çökmüş, dudakları çekilerek kurumuş ve ağzını kapatamaz hale gelmiş, yüzünde ve gözlerinde ölümün rengi beliren yürüyen bir cesetti.”; “Yaşı yirmi beşten geçmese de yüzünde altmış yaşın kartlığı vardı. Yüzünün derisi sarkarak buruşmuş, benzi sararıp kararmış, yüzünün suyu çekilmişti. Küçük gri gözleri kim bilir neler düşünerek şaşkın şaşkın bakıyordu.” (287, 304).
Aç insanların ayakta kalabilmek için açlığa çare aramaları da eserde değişik şekillerde gösterilir. Önceleri bu çare, insanların kışa hazırlık olarak doğadan toplayabildikleri yiyeceklerdir:
“Yaz boyunca oturacak zaman bulamadım… Elime çuval alıp kemik topladım. İşte at kafası, işte domuz kaburgası, işte köpek, köstebek, kedi kemikleri… Tek ben miyim? Hepiniz topladınız ve kurutarak, ununu öğüterek ya da çorbaya atarak yiyorsunuz!..”; “Yazın kurbağa,