kanıtlamadan, onları diğer ölülerin yattığı kilere götürürler:
“Bugün sabahtan onu ‘Öldü ya da nasılsa ölecek.’ diye mi buraya getirip atmışlardı.” (290).
Eskiden yerine getirilen gelenekler, toplumda sarsılmaz bir yer edinen ve toplumun ahlakını ayakta tutan örf-adetler sorgulanmaz duruma gelir:
“Ölenlerin arkasından ağlama, onları kefenleme, mezar kazıp lahit oyarak toprağa verme gibi eskiden olan tokluk zamanının iyi adetleri çoktan unutulmuştu.”; “Bu gelenek başka türlü oluyordu sanki… Bu şekilde olur mu hiç?’ gibi sorular hiç kimsenin aklına bile gelmedi.” (288, 290, 311).
Ne yazık ki dini vecibeler de toplumda artık yerine getirilemez:
“Balta, kürek gibi nesneleri eline alıp kışın sert soğuğundan donarak taş kesilen toprağı kazacak, cenaze namazı kılıp mezarlığa götürecek kuvvet kimsede yoktu.”; “Allah’ın bendeleri ibadeti tamamen unutmasınlar diye camiye götüren yolu her gün kardan açıyorum fakat gelen yok… Gerey, hiç bir şey anlamadı. Bu sözler ona çok uzakta kalmış bir rüya ya da bir zamanlar olup biten bir olay gibi geldi. Beyninde ve kalbinde buna cevap bulamadı.” (288, 297).
Açlığın dehşeti önünde çocuk sevgisi, acıma, vicdan azabı gibi duygular da körerir ve unutulur:
“Gerey, Nefise’nin yüzünü bezle kapattı ve bıçağı boğazına bir kaç defa sürttü… Vicdan azabı diye bir şey hissetmedi. Ahlak, vicdan gibi insan tokken ortaya çıkan kavramlar ve kuvvetler çoktan onun aklında sönmüştü.” (319-320).
Açlığın pençesine düşen insanlar için artık hiçbir şey -hatta günlük hayatta yer alan uyku gibi bir durum bile!– eskisi gibi olmaz:
“Fakat bu, tok karna uyunan rahat bir uyku değil… Gerçek mi, rüya mı, cehennem mi ne olduğu anlaşılmayan bir uykuydu!” (302-303).
Korkunç açlığın acısından aklını yitirip yamyamlık durumuna gelen, insani sıfatlarını kaybeden âdemlerin yaptıkları, eserde sert, hatta fotoğraf çekercesine gerçekçi, dünya edebiyatının bütün dönemlerine özgü olsa da Sovyet edebiyatı eleştiri tarihinde “dekadan belirtisi” olarak kabul edilen natüralizme özgü bir şekilde tasvir edilir. A. İbrahimov’un yaratıcılığında her dönemde natüralizm yer alır “Zeki Şekèrtneŋ Medreseden Kuvıluvı” (Şakird Zeki’nin Medreseden Kovulması, 1907), “Âdemler” (1923), “Tiren Tamırlar” (Derin Kökler, 1928), “Bèznèŋ Könner” (Bizim Günler, 1920). Tatar edebiyat uzmanı Z. Salahova, A. İbrahimov’un eserlerinde natüralizmin üç türünü vurgular. Yazarın yaratıcılığının ilk yıllarında natüralizm, hayatı olduğu gibi tasvir etmekte belirir. Romantizm usulüyle yazılan eserlerinde natüralizm, insan biyografisinde her şeyi ele alarak gereğinden fazlasıyla tasvir etmekte gözükür. Sovyet döneminde yazdığı eserlerindeyse natüralizm, artık insanın biyolojik doğasını, fizyolojik durumunu ve temel içgüdülerini ön plana çıkarır. “Âdemler” adlı öyküde natüralizmin bütün bu üç türüne de rastlamak mümkündür (Selehova, 2002: 274-278). Örneğin, A. İbrahimov açlıktan hızla buruşup yaşlanan çocukları o kadar gerçekçi anlatır ki okuyanın kalbi zor dayanır:
“Çocuklar, elden ayaktan düşmüş yatıyorlardı. Onlar ayların devamında değil, gün ve saatler geçtikçe yaşlanıyorlardı. Elleri incecik kemiğe dönüştü. Kaburgaları, göğüslerinin iki yanına dizilen çıralar gibi çıkık duruyorlardı. Boyunları bilezik misali incelip çirkin bir şekilde uzadı. Sekiz yaşında olan güzel sabi Nefise’nin yüzü kırışarak kurudu. Yüzünün kemiklerinin her biri ayrı ayrı keskin bir biçimde öne doğru çıktı, derisi gevşeyip sarktı. Buruşuklar dolu küçük, hâlsiz yetmiş yaşında bir nineye benzedi.” (312).
Ama açlık sadece çocukların değil, artık büyüklerin de dayanamadığı boyuta gelir:
“Ah bir lokma ekmek verselerdi! Ölüyorum, ah ölüyorum!.. Sanki karnımı bir şeylerle kazıyorlar. Bir şeylerle kalbimdeki kanımı çekip içiyorlar…” (318).
1925 yılında edebiyat uzmanı Aziz Gubaydullin, “Âdemler” adlı öyküyü diğer eserlerden ayırarak objektif görüşünü bildirir:
“A. İbrahimov, mevcut eserinde Tatar sosyal hayatın dar günlük hayat çerçevesinden sıyrılarak, genel olarak insanlığa özgü çok ilginç bir soruna değindi… Tatar köy hayatı fonunda açlığın temelinde ortaya çıkan yamyamlığın psikolojik evrimini tasvir etti.” (66).
Yazar, açlığın safhalarını ve verdiği acıyı kaleme en gerçekçi şekilde alır:
“Açlığın ilk beş-altı günü pek acı, dayanılmayacak kadar zor oluyor. Ondan sonra ne denk gelirse insan onu bitene dek yiyor, o da olmadı yarı ölü gibi kendini de, dünyasını da unutmuş bir makineye dönüşüyor” (308).
Evet, eserde açlığın şiddeti artınca köylülerin en son noktaya geldiği, açlıktan birbirlerini kesip yemeye başladıkları anlatılır. Tabii, ilk sırada kandırılması kolay olan sabiler kesilir. Örneğin, yaşlı kadın Zebide, daha sonra Gerey ve en sonunda şehirde yaşayan yaşlı kadın, hepsi böyle bir cinayete sürüklenir. Köylüler, yamyamlık yaptığını açığa çıkarmak için Zebide’nin evine gittiklerinde ocakta pişmekte olan etin çocuk eti olduğundan şüphe etseler de kimse daha önce âdem eti görmediği için yanıldıklarını düşünürler ve açlığa dayanamayıp buldukları eti hızla yiyip bitirirler:
“Köpek eti mi çocuk eti mi hiç düşünmeden seki üzerinde pislik içinde yatan sıcak et parçalarını lap lop yutmaya başladılar.” (293).
Fakat daha sonra çömleklerden insan eti çıkınca yanılmadıklarını anlarlar:
“Kırılmış çömleğin içinden parça parça tuza yatırılmış et döşemelere dökülüverdi. Bunların arasında üst üste dizilen küçücük eller, tuzun içinde kırmızı renkte korunan butlar, parmaklar vardı. Bunu herkes gördü, şüpheler dağıldı, önlerine ölüm dikildi.” (294).
Artık yaşlı kadının gelini, gizledikleri cinayeti nasıl var öyle anlatmak zorunda kalır:
“Ağabeylerim öldürseniz yerindedir! Biz üç aydır insan kanı içiyoruz! Kestiğimiz çocukların hesabı yok, dedi.” (294).
Çocuk Zeyni ihbarı üzerine Gerey’in evine giden köylülerin de çocuğun doğru söylediğine inanmaları için ufak bir şüphe dahi kalmaz:
“Ferah, seki altından et kesme tahtasını çekip çıkardı. Kötü, soluk ve acıklı sesle yere bir şeyler fırlattı. ‘Millet, bakın! İşte eli, işte kaburgası!’ dedi ve kendi sesine boğularak elindeki çocuk kemiklerine şaşkın şaşkın bakarak, sırtıyla miçe yaslandı.” (321).
Eserde açlığın ne büyük bir facia olduğunu en iyi şekilde, çarın huzuruna çıkarak bütün olanları anlatacağını sayıklayan Minlebay’ın ağzından dökülen şu sözler ifade eder:
“Eşim açlıktan şişerek öldü… Küçük çocuğumu kestiler yediler! Madem sen beni sevmiyorsun haydi o zaman beni kesmelerini emret ve etimi ufalayarak dünyanın bütün çarlarına gönder, diyeceğim! Onlar da insan etinin tadına baksınlar… Öyle bıyık altından gülümseyip bakmasınlar, diyeceğim!” (301).
2. Eserde Diğer Canlılar
Alimcan İbrahimov’un usta ve keskin kalemi, o yıllarda yaşanan açlığın sadece insanlar için değil, aslında bütün canlılar için büyük bir facia olduğunu anlatır. Örneğin, insanlarla yan yana öyküde Aktırnak adlı köpeğin dramı da tasvir edilir. “Açlıktan tüyleri