Akil Abbas

Dolu


Скачать книгу

soğumuş çayını alıp yere serpti ve bardağına yeniden çay koydu, bir yudum içerek sözlerine devam etti:

      –Git söyle! Git o doktoru bul, o şerefsizi ifşa et. Yaz, de ki, birisi canını veriyor, diğeri de canını veren yiğidin anasından para istiyor. Zakir Fahri’nin nişanlı kardeşi Kamil’i Ermeniler Nahçıvanik’de diri diri yakmışlardı. Annesi, kardeşleri saçını başını yolup ağlarken 18 yaşındaki bacısı hışımla ortaya çıkarak ağlayanlara ne dedi biliyor musun? Dedi ki, “Bunu Dünyanın En Zengin şehrine düğüne mi yollamıştınız? Düğünde sarhoş olup, kavga edipte mi bıçaklayarak öldürmüşler?! Yoksa düğünden çıkarken trafik kazasına uğrayıp da mı canından olmuş? Bunu millet yolunda ölüme yollamıştınız, o giderek can vermiş, artık ne diye kendinizi helak ediyorsunuz?!” Hayır, bunları yazmazsın. Biliyor musun gidip de ne yazacaksın?! Öylesi yiğitler bir tarafta kalacak, demin gördüklerini yazacaksın. Yazacaksın ki, Halk Cephesi mensupları eşkıyalık yapıyor, görevlileri soyup soğana çeviriyor, birbirlerini öldürüyor; çünkü senin hükümetin bunu istiyor.

      Gazeteci kafasını hayır anlamında salladı:

      –Komutan, ben hükümetin gazetecisi değilim, eğer olsaydım, hükümetin görevlendirdiği adamın yanına giderdim, buraya gelmezdim.

      –Al çayını iç. Gücenme, gerçek budur. Bakû’de yaşıyorsunuz ve buradan haberiniz yok. İnsanlar deli gibidir, söylenen her söze kızıp kendilerini kaybediyorlar. Gazetede çıkan normal bir yalan, insana Ermeni kurşunundan daha beter işliyor. Dünkü o programdan sonra şehir halkı isyanlardaydı. Eğer ben engel olmasam gençler gidip onu saçlarından yakalayıp stüdyonun önünde yerlerde sürüyeceklerdi. Röportaja gelince… Dostum bilirsin, savaşta üç tip insan vardır. Çarpışanlar, tankın üzerinde fotoğraf çektirenler, bir de röportaj yaptıranlar. Bu büyüklükteki şehirde iki tank vardır. Birisini şehir halkı para toplayarak satın aldı ve Karaağaç mezarlığında Ermenilerin önünü keserek bu tarafa geçmelerine engel oluyor. Diğerini de devlet başkanı Ayaz Muttalibov kendi adamlarına yollamış, galiba bizler, Sovyetler Birliği’nin düşman olarak beynimize kazıdığı Almanlarız. O tank, Beyaz Saray’ın karşısında bekleyerek içindekileri biz Almanlardan koruyor. Fotoğraf çektirmek içindir, istiyorsan git birisini de sen çektir. Bizim taburdakiler savaşçıdır, fotoğraf çektirenlerin yerini de gösterdim. Röportaj verenler de Beyaz Saray’dadır, gece olur olmaz kaçıp gidiyorlar komşu Berde şehrine. Hatta öylesi var ki, Berde’den bu tarafa doğru bir adım bile atmıyor. Şoförleri gelip bizim izin kâğıtlarımıza mühür basıp gidiyor.

      –Bunlardan haberim var.

      –Haberin var, gidip yazsana, neden yazmıyorsun? Dostum, Nietzsche diyor ki…

      Nietzsche’nin adını duyan gazeteci-aslında kendisi de onu okumamıştı, yalnızca adını duymuştu ve bir de Hitler’in onu çok sevdiğini biliyordu-hayretini gizleyemedi.

      –Siz Nietzsche’yi okudunuz mu? Bana dediler ki, sizin yüksek tahsiliniz yok.

      –Yüksek okullarda Nietzsche’yi okutuyorlar mı? Bir de sana şunu demek istiyorum, kim benim yüksek tahsil yapmadığımı söylemiş? Yüksek tahsilim var. Biliyor musun hocam kim olmuş!? Elçibey!

      –Üniversitede okudunuz mu?

      –Hıı! Altıncı kampta Elçibey bana yarım sömestr hocalık yaptı. Birisi Bey’i kırdığı için kafasını klozete soktum, okuldan atıldım ve diplomayı gidip Kalım şehrinde aldım. Ne diyordum, hıı. Dinle, Nietzsche diyor ki, öleceğim, beni bu toprağa gömeceksiniz ve bu toprağı benim için daha çok seveceksiniz. Şimdi bizler ölüp gidiyoruz ancak sizlere bu toprağı sevdiremiyoruz! Sizin bu toprağı sevmeniz için şu gördüğün milletin yarısı ölüp gitmelidir. Elbette sevip sevmeyeceğinizi Allah bilir. Ne ise… Kusura bakma dostum, hem başım ağrıyor, hem de işim çok.

      Komutan soğuyarak biraz daha koyulaşmış çayı bu defa yere dökmedi ve alıp su gibi kafasına dikti, sonra da ayağa kalktı.

      –Şimdi bana röportaj vermeyecek misiniz?

      –Neden vermeyeyim, vereceğim dostum.

      –Peki ne zaman?

      –İnşallah Hankendi’nde! –Dedi ve çaycıya döndü; -O şairi bulun, sabahleyin buralarda miskin miskin dolaşıyordu. Konuğu ona teslim edin.

      Bir kenarda durmuş Şair onlara doğru ilerleyerek:

      –Buradayım Komutan.

      –Ayık mısın?

      –Komutan, bir kafa ayıksa ve sarhoş değilse kökünden kes, fırlat gitsin. Şaka yapıyorum, senin korkundan buralara sarhoş mu gelinir!?

      –Akıllanmış gibisin. İyi, misafirimizi sana emanet ediyorum.

      –Baş üstüne Komutan. Zaten bizde gecelemişti.

      –Tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş desene! Dostum, sana bir şey diyeyim, mutlaka duymuşsun. Savaş başladığında Samed Vurgun7 şöyle yazıyordu;

      Bilsin ana toprak, işitsin vatan,

      Silahlanmış askerim ben bu günden.

      Peki hani bu günün Samed Vurgunları? Hani? Hani Resul Rıza’lar8, Süleyman Rüstem’ler9, öldürüldüler mi?! Neden gelmiyorlar? Bakû’deki Lenin Meydanında10, millet, vatan diye annem de çıkıp nara atar! Buraya gelsinler, buraya! Gelip de silâh kuşanıp bize katılsınlar demiyorum. Gelip baksınlar bir, ölmüş müyüz, sağ mıyız! Gelsinler de kefenini boynuna geçirmiş bu yiğitlerle görüşsünler, onlara moral versinler, cesaretlendirsinler…

      Şair:

      –Neden öyle diyorsun Komutan, geliyorlar. –Dedi ve üç dört şahsın adını da andı.

      –Aydın Memedov’u11 diyorsan o benim için geliyor, hapishanede beraber yattık. Sağ olsun, arada bir gelip çocuklara ve hatta bana da nasihat ediyor. Diğer andıkların ise zaten buralıdır. Bilmiyorum içleri yandığı için mi, yoksa evlerine bomba falan isabet edip etmediğini anlamak için mi geliyorlar?! İyi, Tanrı sizlerle olsun, sonra görüşürüz. Şair, gidin Bayat’ta Azer Hüseyn’in orada bir iki lokma bir şeyler yiyin, bırak gece orada kalsın boşu boşuna bombalara kurban gitmesin.

      Şair:

      –Başım üzerine.

      Gazeteci:

      –Komutan, izin verin sizinle bir defa savaşa gideyim.

      –Olmaz! Sen git kaleminle çarpış dostum! Git de yazılarında bu çocukları dile getir. Boş ver, git ne yazarsan yaz, ama erkek gibi yaz, gerçekleri yaz. O kahpeyi görürsen de ki, bir daha buralara geleyim demesin, yoksa kadın yüzü görmemiş bu çocukların önüne atarım, feleğini şaşırırlar.

      Gazeteci hem yürüyor hem de Şair’e dert yanıyordu:

      –Çok yazık, Bakû’den buraya kadar yol teptim benimle röportaj yapmadı.

      Şair:

      –Yahu sen ne akılsız adamsın be. Bundan da güzel röportaj olur mu?

      Peleng, Komutan’ın biraz sakinleştiğini görüp ardınca yürüdü:

      –Komutan!

      Komutan yürümesine devam ederek:

      –Seni dinliyorum.

      –Komutan! Bir hata yaptım, deki silâhımı geri versinler. Benim arabam falan yok ki, satıp yenisini alayım.

      Komutan durdu, suratından pişmanlık