At Belinden İnmeyen Adamı bir anda karga tulumba ederek kapıdan dışarıya fırlattılar.
Ömür boyu başkalarını tahkir eden, onlara bin bir hakaret eden adam, şimdi kendisi aşağılanmış bir şekilde “hesabı sonraya kalsın” diyerek işyerine döndü.
Komutan yine öksürmeye başladı, hiddetten kafası kazana dönmüştü. Sinirlendiği zaman hep iki bardak demli çay içerdi. İçtiği bu iki bardak çay yalnızca onun hiddetini yatıştırmıyor, aynı zamanda ağrılarını da dindiriyordu. Yüzünü çayhaneye döndüğünde ceviz ağacının altında durarak deminden beri olayları şaşkınlıkla izleyen yabancı birine takıldı ve yine zıvanadan çıktı…
…Olmuyor, olmuyordu..! Ne kadar uğraşsa da göklerden yağan belâ ateşinin içinde vurgun vurmuş bu gençleri asker yapmak, onlara askerî düzeni aşılamak mümkün olmuyordu. Buna zaman da yoktu. Diğer taraftan defalarca Savunma Bakanlığı’na başvursa da gençlere talim yaptırmak için birliğe profesyonel subaylar yollamıyorlardı. O da, ortaokul ve lisede askerlik dersi veren öğretmenlere yalvararak birliğe eğitim vermek için getirmişti. Aslında onların da çoğu uzman değildi, yalnızca askerlik hizmetini yapmış kimselerdi. Yine de sağ olsunlar, çocuklara az çok silâhları söküp yağlamayı, temizlemeği, kurşun atmayı öğretebiliyorlardı.
Önceleri taburun bahçesinde iğne atsan yere düşmezdi. Buraya kendini göstermeye, Vurgun Vurmuş Gençlerden duyduklarının üstüne binini de ilâve ederek, orada burada kendileri yapmış gibi anlatma düşüncesiyle gelenlerin sayısı, savaşmak için gelenlerden kat kat fazla olurdu.
Buraya İmaret diyorlardı. Savaş başlayana kadar “Karabağ” futbol takımının stadyumu olduğundan dolayı buraya yönelenler sanki bir futbol maçını izlemeye geliyordu. Komutan buna engel olmak için çok eziyet çekmişti. Hatta üç dört defa birkaç kişiyi pataklamıştı bile, ancak yine de engel olamıyordu. Kimseleri içeri bırakmaması için kapıya nöbetçi de dikmişti, lakin yine de çiti, duvarı aşarak içeri girenler oluyordu.
–Nöbetçi!
Nöbetçi koşar adımla geldi.
–Buyurun, Komutanım!
–Bunu kim içeri bıraktı!?
Nöbetçi korkarak:
–Bakû’den gelmiş, gazetecidir, sizinle konuşmak istiyor.
–Nöbetçinin görevi ne?
–Birliğin bahçesine yabancıları sokmamak!
–Hadi git kendi komutanına söyle seni yirmi dört saatliğine ceza evine kapatsın.
–Oldu, Komutanım!
Komutan:
–Bu gazeteciler de, umduğu her şeyi burada bulacağını zannediyor. Yahu kardeşim, buraya dalından ceviz dökülmüyor, bomba yağdırılıyor, bomba… Pekâlâ, gel bakalım.
Çayhaneye doğru yöneldi, gazeteci de onun ardınca. Kahvedekiler hemen saygı işareti olarak ayağa kalktılar, Komutan eli ile oturmalarını işaret etti. Bir masada domino oynuyorlardı:
–Kaldırın onu, kim domino oynamak istiyorsa varıp gitsin kendi viranesinde oynasın. –Sonra gazeteciye döndü; -Otursana be adam, kolundan tutarak mı oturtacağım?
Belki de hayatında ilk defa böylesine sert bir şekilde karşılanan gazeteci şaşırmıştı, çekine çekine oturdu. İki demlik çay getirdiler, birini özel olarak Komutan, diğerini de konuk için. Komutan önce konuğa, sonra da kendine çay koydu:
–Çayını iç. Kusura bakma, limonumuz yok, çölün düzündeyiz.
–O anda gazeteciye ekşimekle iyi bir şey yapmadığını anladı. Gelen misafirdi ve bu zavallının ne suçu vardı, gülümsemeğe çalıştı: Kafana takma. Günlerimiz böyle geçiyor. Milleti Ermeni’nin karşısında eli yalın ve aciz bırakmışlar. Kimsede havsala kalmamış. Hoş geldiniz, sizi dinliyorum.
Gazeteci biraz olsun rahatladı.
–Sizinle röportaj yapmak istiyorum.
–Sevgili dostum, geçen gün bir kahpe gelmiş. En kutsal varlığı olan canını vererek şehit olan yiğitler bir tarafta kalmış, düşmüş şehre o sokak senin, bu cadde benim. Nerede bir kilitli kapı varsa hepsini çektirmiş. Dün televizyonda seyrettim. Halk şehri bırakıp kaçmış-diyordu. Saçından yakalayıp pisliğin ortasına daldıracaksın ve diyeceksin ki, peki Ermenilere engel olanlar kim? Hükümet mi? Yoksa senin baban mı? Kim kaçmış be kahpe, nereye kaçmış?! Şu köşede gördüğün okulda derse giren öğrencileri Amerika’dan mı getirdiler?! Olmadı be dostum..! Bari bırakın öldüğümüz yerde rahat can verelim. Ermeni bir taraftan, hükümet bir taraftan, siz de bir taraftan. Heey, oradan Gayret Dağarcığı’nı sesleyin. Hükümet yoktur beyim. Var, ama kim için, kendileri için. Hükümet hükümet olsaydı, aklımız arkamızda kalmadan savaşmamız için kadını, çoluk çocuğu çoktan buradan çıkarmalıydı. İnsan ne kadar dayanabilir!? Gece siperdesin, sabah gelip bir bakıyorsun roket düşmüş ocağına, evini barkını, aileni parça parça etmiş. Bu yöneticileri dünyaya anneleri getirmiş de, bizleri inek mi doğurmuş?! Sizinkiler çocuk da, bizimkiler ecinni mi?! Ailelere ne kadar ısrar etsem de, mecbur bıraksam da çocuklarını şehirden uzaklaştırmıyor, kendilerine, gururlarına yediremiyorlar. Ayıptır diyorlar; ama roket ayıp falan dinlemiyor be, dinlemiyor! Gece burada mıydın?
–Buradaydım.
–Atılan roketi gördün mü?
–Gördüm.
–Donuna kaçırmadın değil mi..?
… Gece Dolu fırlatılmaya başladığında ilk patlamada bina öylesine titredi ki, zelzele olduğunu zannetti. Yattığı yerden fırladı ve don gömlek kendini pencereden dışarıya attı. Ev sahibi ise onun pencereden kendini dışarıya atışını seyrederek güldü. Önce çocuklarını bodruma indirdi, sonra dönüp onun pantolonunu aldı ve bahçeye çıkarak üzerine attı:
–Al giyin! Ayıptır. Ermeniler aniden gelirse rezil oluruz bu halinle.
Titreye titreye sordu:
–Ne bu?
–Şekerlemedir, Ermeniler atıyor.
Ev sahibinin böylesine sakin ve temkinli olması bile onun titremesini durduramadı. Ev sahibi misafirinin müthiş bir korku duyduğunu, neredeyse delirmek haddine geldiğini hissedip bir bardak votka getirdi:
–Al iç! Al, utanma. Biz de önceleri böyle oluyorduk.
Votkayı bir nefese dikti, aldığı soğanı da elma gibi ısırdı. Votka onu biraz sakinleştirdi. Ancak Dolu dindikten sonra tekrar eve dönmeye çekindi ve bahçedeki kütüklerin birinin üzerine oturdu.
–Bir bardak daha…
Ev sahibi gidip bir bardak votka daha getirdi ve güle güle:
–İt oğlu itlerin votkası roketin ilacıdır.
İkinci bardaktan sonra kendine gelerek sordu:
–Peki çocuklar için korkmuyor musun?
–Korkmaz olur muyum? İnsan değil miyim? Eşime git köye diyorum gitmiyor, seni bırakıp nereye gideyim diyor. Çocuklar, anamız gitmiyorsa biz de gitmiyoruz diyor. Şimdi bu halkın neler çektiğini anlıyor musun..!?
…Geceyi yeniden hatırlayan gazeteci:
–Gerçek şu ki, çok korktum.
Bu anda askeri elbisenin içinde adeta kaybolan, elindeki tüfekten en fazla iki üç karış uzun olan esmer tenli bir çocuk yaklaşarak asker selâmı verdi:
–Yoldaş Komutan! Asker Gayret Dağarcığı, emrinizi bekliyor!
–Yaklaş bakalım! Bunun kaç yaşında olduğunu biliyor musun?