Mevlüd Süleymanlı

Göç


Скачать книгу

yerden bir daha akar, dedi. Biz de katık, arkımızı bulduk. Yedinci dedem bu yerlerin adını anarmış. Dedem öldüğünde demiş ki; “Bizlerden birisi gidip o yerlerde ölecek.” İşte, ölmeğe geldim. Beni toprak çekiyormuş meğer…

      İşaret etti, göç indi. Koyundan koç, sığırdan erkek dana kesildi. Suların durusu, ekmeğin hası ortaya geldi. Koçkar evinin ekmeği şölen oldu. Karazurna ağır havalar çaldı, kızlar topladıkları çiçekleri, örgülü, saçaklı küpelerine takıp kokular saçarak, ağırdan ağırdan oynadılar. Oğlanlar, kılıç oynatıp, at sürerek av avladılar.

      Koçkarlar’dan Ozan Gökçe, Karakelleler’den Ak Ozan çıktı. Gördüklerinden, duyduklarından, olanlardan, olacaklardan çalıp söylediler.

      Tarih denen şey bunun ta kendisiydi. Ozanların destanlarında atlar kanatlanmış, yiğitleri kılıç kesmez, ok işlemez olmuştu. Gelinler, buğra misali oğlanlar, ay yüzlü kızlar doğurdu ki, her biriyle yeni bir devir başlıyordu. Gelmiş geçmiş tarihler güçlü oğulların, ay yüzlü kızların ayaklarıyla “Yeryüzünün beli uzunu yol gidiyorlardı.” Geçmişi mi arıyorlardı, geleceği mi, geçmişten mi geliyorlardı, gelecekten mi, bilen yoktu. Gökyüzünden düşmüş gibi kendilerine yer bulamıyorlardı. Ozanların destanı da, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, güreşenlerin güreşi, atların kişnemesi de bunu söylüyordu. Ozanların destanı, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, atların kişnemesi, onların bu güne çelip çıktıkları yolun ta kendisiydi. Dinleye dinleye, oynaya oynaya, güreşe güreşe durulup, billûrlaşıyorlardı.

      Sonra Koçkarların Bilici Ana’sını getirdiler. Damarları çıkmış, zayıf bir kadındı. Yüz yaşını çoktan geçmişti. Kıpırdamasaydı yaşadığına inanmak mümkün değildi. Bütün canı gözlerindeydi. Dipdiri gözleri dünyanın öbür yüzünden bakıyormuş gibi, baktığını delip geçiyordu. Başı açıktı. Düğüm düğüm ağarmış saçları vardı. On beş kadar küçük örgüsü görünüyordu. Kırışıklarla, damarlarla örtülmüş yüzünde insanı ürküten bir gülümseme dolaşıyordu. Aslında kadının yüzü sertti. Sanki kadın bedeninden ayrılıp havaya, nefese karışarak gülümsüyordu. Gözleri de bu yüzden dünyanın diğer yüzünden bakar gibi görünüyordu. Boşlukta kadının mavi, soğuk gözleri dolaşıyordu…

      Göçle gelenler korkudan başlarını yere eğdiler. Çocuğun biri haykırıp, kendini anasının kucağına attı.

      Kadın bağdaş kurdu. Çevrede gezinen gözlerinden de korkulu bir sesle:

      –Niçin batıya gidiyorsunuz? dedi. Ayağı yer tutan doğuya gidiyor…

      –Doğuya vardık nine, vardık da geri döndük.

      Dede böyle deyip dizine tutunup kalktı, gelip kadının yanında durdu. Göçün nineleri, yaşlı kadınları, Bilici Ana’ya bakıp kendilerini gelin saydılar. Nine dediğin böyle olurdu. Dede de ona “nine” diyordu. Dünya bile onun kadar yaşlı görünmüyordu. Dağ da onun gibi ihtiyarlamazdı. Lâf açıldığında diyordu: “Bir gün bulutlar birbirine değdi, gök karardı, sicim gibi yağmur yağdı, sel koptu, şimşek çaktı, dereler düzlük oldu, düzlükler dere oldu, yılkı bağrını çatlatan, it yüreğini parçalayan sürüleri bölük bölük, sığırları darmadağın eden bir rüzgâr esti. Karşı dağın yarısı çatlayıp kaydı, arasında göl meydana geldi, o zamanlar ben telli duvaklı bir gelindim.”

      O günleri görenlerden artık kimse kalmamıştı. Yamaçtaki mezar taşlarına varasıya kadar her şey yosun bağlayıp yemyeşil olmuştu. Dişleri çoktan dökülmüştü ninenin. Yeniden süt dişleri çıkarıyordu. Koçkarlar’ın aksakallı büyüğü Bilici Ana’nın sonuncu torunuydu ki, o bile yüz yaşına yaklaşmıştı. Sık sık gülüp kadına lâf atıyordu: “Ninemi kundaklayıp büyüteceğim, güzel bir kız olacak, yeniden kocaya vereceğim, biz tekrar dünyaya geleceğiz. İki Koçkar kabilesi olacak; ama geçinemeyeceğimizden korkuyorum.”

      Kadın yalnızca yoğurt, süt, ayran cinsinden şeyler ve unlu yemekler yiyordu. Elli yıl oluyordu gün doğduğunda da battığında da yüzü güneşe dönüktü. Elli yıldır, güneşle doğup, güneşle batıyordu. Akşam akşam acıkıp içi oyulana kadar güneşin ardınca bakardı. Gelip kuru kemikli vücudunu alır götürür çadıra koyarlardı. Tan yeri ağardığında yine onu güneşle karşı karşıya görürlerdi. Suya derdini söylerdi, dağa ömrünü. Evli olan erkek ve kadınları güneş yükseldikten sonra durdururdu:

      –Otur ey gelin niçin cenabet dolaşıyorsun? Niçin yıkanmıyorsun? Vücuduna bir bak, murdarlık yağıyor. Akşam işiniz oldu mu sabah gün doğmadan kalkın yıkanın. Dünyayı murdar etmeyin yavrum, derdi.

      Kadın dalmış gibiydi. Uyuyor mu, uyukluyor mu, sağ mı, ölmüş mü kimse bilemiyordu. Herkes sessiz sedasız bekliyordu.

      –Yolunuz nereyedir, nereye konmak istiyorsunuz?

      Kadının sesi uzun uzadıya oturanların ve ayakta olanların kulaklarında uzun uzadıya yer edip durdu. Göç adamlarının kulakları çınlayıp, ağrıdı. Kadının sesi sanki yerin altından geliyordu. Dönüp Dede’ye baktı ve yüzünde ölümün izlerini gördü. Sakalının diplerindeki morartılar ve yeşillenmeler gözlerine takıldı. Elleri dizlerinin üzerindeydi, derisinin rengi öyle bir hal almıştı ki, yeryüzünde böylesi bir renk yoktu…

      –Yemlikli’nin eteğine düşeceğiz nine, dedi

      Bilici Ana, hâlâ Dede’nin ölümü konusunu düşünmekteydi. İçinden: “Perşembe günü öleceksin, dördüncü akşam cumadır, sağ elin başıma”16

      Конец ознакомительного фрагмента.

      Текст предоставлен ООО «Литрес».

      Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

      Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

      1

      Ayyam: Ağabeyi anlamında bir hitap şekli.

      2

      Kada: Dert, bela.

      3

      Cumaakşamı: Perşembe.

      4

      Kebe: Uzun tüylü kısa kepenek, yere serilir ve bezeklidir.

      5

      Meyhana, genelde aruz vezninde doğaçlama (irticalen) söylenen ve özellikle Bakû’nün Meşdağa bölgesinde yaygın olan bir şiir türü.

      6

      "Cehennemliğin çocukları" manasında nefret ifade eden bir deyim.

      7

      Rüyada