Rahmi Ali

Bu Toprağın İnsanları


Скачать книгу

i Ali

      Bu Toprağın İnsanları

      (Çayın suyu, kurak nedeniyle azaldıkça balıklar, kurbağalar, yengeçler; hâsılı sudaki tüm canlılar, daha yukarılara, suyun olduğu yere doğru gittiler)

      AZİZ

      Aziz’in Türkiye’ye kaçışı bütün köyü büyük bir üzünce boğdu… En başta Semerci Recep’le o, köydeki düğünlerin neşesiydi, dürüsttü, giyimi kuşamıyla herkesin dikkatini üzerine çeken biriydi, güler yüzlüydü, aynı zamanda da cesur, çalışkan; oduna iki eşekle gider, eşeklerin yükünü herkesten önce o hazırlardı. Salı ve Cuma günleri hariç, hemen her gün dağa odun kesmeye giderdi… Hoş sohbetti, kahvelerde onun oturduğu masanın etrafı dolup taşardı, özellikle “altı kol” oynadıkları iskambil oyunu sırasında kahve kahkahalara boğulurdu… Köyde bir imece -köylü “meci” derdi- olduğunda en önde o bulunurdu, gerektiğinde öküz arabasını koşar, yeni ev yapanlara taş, kum ve yağlı toprak taşırdı.

      O bağ bozumlarında pencereleri kafesli hanay önlerindeki harmanlıklara öküz arabaları içinde “şıra neler” (şıra hane) getirilip geniş haremlere kazılan ocaklara pekmez tavaları konulunca üzüm çiğnemek için ilk önce çağrılanlardan biri de o olurdu… Kasabaya gittiğinde eli boş dönmez, kendisini beklemeye çıkan mahallenin çocuklarına Yunanca bir gazeteden yapılmış kese kâğıdının (huninin) içinden “horoz şekeri” dağıtır, Kitapçı Sami’den aldığı “Kerem ile Aslı”, “Ferhat ile Şirin” ve “Leyla ile Mecnun”dan, pastal odalarında toplanan kadın ve kızlara kısa parçalar okurdu. Karısı bazen kendisini usulca dürter; utanarak, Aziz, orasını da atlayıver, derdi. Cuma ve bayram namazları dışında camiye pek sokulmadığı halde, köyün en sofuları bile onu bu konuda asla suçlamaz, hakkında olumsuz bir dedikodu da yapılmazdı… Çünkü dürüsttü, kimsenin karısına, kızına göz diktiği görülmemiş, duyulmamış; kimselere karşı haset duymamış, hiçbir kimsenin de malına mülküne dokunmamıştı…

      Ne oldu, bir sabah, daha sabah ezanı okunmadan, daha gün doğmadan, bütün köy halkı büyük bir gürültüyle uyandı, çocuklar ürktüler, korktular, ağladılar, insanlar kapı önlerine çıktı, ne olup ne bittiğini sorup öğrenmek istediler. Birazdan karakoldan bir jandarmayla MAY1 başı Rasim Ağa, ellerinde kısa kundaklı makineli tüfekleriyle okulun ardında göründüler, “yok bir şey, korkmayın; andartlar2 caminin yanındaki köprüyü dinamitlemişler,” dediler… Haber, hemen bütün köye yayıldı, kadınlar, erkekler, çocuklar camiye doğru koşuştular… Bir baktılar, böyle durumlarda en önde olması gereken iki kişi ortalıkta yok…

      Semerci Recep’le Aziz nerede, diye sordu kalabalık bir grup; herkes birbirine baktı, gözler yine Semerci Recep’in karısını aradı; o da yok; kalabalıktan biri ”Yamaçbaşı”na baktı, bağırdı: Herkes evlerine gitsin, bakın,“andartlar” köye iniyor… Kısa zamanda “sus pus” oldu her yan, ortalıkta kimse kalmadı, birazdan çayın karşısındaki düzlüğe beş on tank geldi, askerler tankların ardına gizlenerek siper aldılar. Dağlar, köyün başı makineli tüfek ve top atışlarıyla ateş altına alındı, kızıl haç arabaları bazı yaralıları taşıdı, ovadan gelen kimi çobanlar bazı ölü çetecilerin askeriye arabalarıyla sürüklendiklerini gördüklerini söylediler…

      Semerci Recep köye döndüğünde çok bitkin ve üzgündü, arabayı evin ardındaki saçağın önüne çekti, karısına: Söyle Mehmet’e, öküzleri salsın, yataklasın, önlerine de bol bol ot koysun, diye seslendi. Kadın merak ve korkuyla yanına yaklaştı, ne oldu, dedi, sağ salim çekildiler mi? Tamam, merak edilecek bir şey yok, inşallah sağ salim yerlerine varırlar. Kayıkçı tanıdığım biri… Fener’den… Sonra, Pakize’nin babasını da çok iyi tanıyor adam; neden Ali Ağa’ya anlatmamışlar, durumu dedi, Bekir Ağa, yani dedeleri ipten adam alır; karakol çavuşundan tut, Fırka Kumandanına kadar her yerde eli var… Ben, meseleyi uzatmamak için, “karı tarafıyla arası pekiyi değil” dedim; adamla “muhabbetimiz” var… Bir zamanlar kendisine çok kaçak tütün götürdüm. En azından bana kötülük yapamaz… Kadının içi biraz rahatlamıştı, peki, dedi, ne yapmış bu kadar Aziz, neden kaçtı, ne zoru vardı, kasabaya kaçıp saklanamaz mıydı?

      “Belki çok korkmuştur” dedi adam…

      Kadın bir şey anlamadı. “Kim, dedi, Aziz mi korkacak; o öyle kolay kolay korkmaz ki…

      Semerci Recep’in laf söyleyecek hali kalmamıştı. “Öyle bir zaman gelir ki, herkes korkar” dedi, sonra ekledi, hadi sen git de Azizlerin köpeğine biraz yiyecek götür, kediyi de bul; biraz süt ver… Kadın bu söz üzerine ağlamaya başladı, hadi canımı sıkma, dedi adam, işine bak, çok da bilme…

***

      Aziz, Türkiye’ye kaçışından tam sekiz ay sonra, yolları, binaları, insanları, araba ve faytonları, dükkânları, denizi, bulutları, polisleri, askerleri, sinema önlerini, o uzun minareli büyük camileri, trenleri velhasıl hemen her şeyi pusu silinmiş temiz bir camın ardından görür gibi oldu. Önceleri sanki yarı uyanık bir halde, bir rüyadaymış gibi, gördüğü her şeyin -acaba gerçek mi yoksa yalan mı olup olmadığını- ayırt edemeyecek bir haldeydi… Her şey pusluydu. Çok defalar içinden, “Ne yaptım ben” dedi, “niye geldim buralara”… Sonra, yavaş yavaş kendini toparladı.

      Küçük çocuğu, bütün gece karanlığın, o kapkara denizin içinde, kayığın yan taraflarına hırçın, acımasız bir şekilde vuran dalgaların ürküntüsüyle sabah olup gözlerini korkuyla açtığında gözlerinde acayip bir korku ifadesi ve ürkek bir sesle: “Baba ne oldu, geldik mi, diye yeniden ağlamaya başladı, karısı, ay, başımıza gelenler, diye dövünüp duruyordu. Yabancı yaşlı bir kadın, korkma kızım, her şey insanlar için, ne yapalım, kaderimizde bu da varmış, diyerek kendisini avutmaya çalışıyordu… Kayıkçı kendilerini kayalık, küçük bir koya bırakmış, korkmayın, birazdan sizi buradan alıp götürecekler, Allah buyuk, her şey duzelecek bir gün, deyip herkese uzun uzun bakmış, biraz hüzünle gülümsemiş, kayığı ters yöne doğrultup büyük bir “pat pat pat” gürültüsüyle yanlarından uzaklaşmıştı…

      Her şey bir rüya, bir hayal gibiydi: Bir ya da iki kişiydiler galiba, jandarma mı, polis miydiler, pek bir şey anlamamıştı, onları alıp büyük, içinde pılı pırtılarıyla başka insanlar da bulunan kocaman, hangar gibi bir binanın içine götürdüler. Tam ortasında küçük bir varilden yapılmış büyük bir soba harıl harıl yanıyordu, yerde döşekler vardı, duvar boyunca yan yana dizilmiş askeriye ranzaları vardı… Su, yiyecek, yatak, her şey mevcuttu, dışarıda da kuru bir soğuk… Kadın ve çocuklar kaldı, erkekler bir oraya, bir buraya götürüldü; iskân müdürlüğü dendi. İlgisiz yorgun, esneyen, kimi gülümseyen kimi kendilerine acıyarak bakan bıyıklı, çıplak kafalı memurlar, kasketli, külot pantolon ve körüklü çizmeleriyle esmer, bıyıklı polisler, küçük, yarı karanlık istasyonlar, yağlı peronlar, uykulu, kırmızı şapkalı hareket memurları, karanlık dağların, ıssız ormanların içinden kaçıp kurtulmak isteyen uzun ve ağır trenler… Aziz’in canı zaten sıkkın; yorgun, uykusuz, çaresiz, “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” misali kendini, ailesini kaderine koyuvermiş bir ruh haleti içinde, bir de binlerce dönüm arazinin içinden geçerken gözünün ancak birkaç bodur, keleş ağaca takılması iyice ruhunu sıktı; yahu, dedi, bizim “Aktarla”nın temellerinde bundan çok ağaç var, bu ne? Karısı ters ters baktı, uyku gözlerinden akıyordu, Allah’ım, daha neler göreceğiz acaba, diye sızlandı, sonra kocasına içinden kopup gelen büyük bir öfkeyle, bütün bunlar senin yüzünden oluyor, o çokbilmiş kafan yüzünden, diye söylendi… Sen bari sus Pakize, kafam kazan gibi, ne oluyor, ne gidiyor, bir türlü anlamıyorum; Allah sonumuzu hayır etsin… Dur, sabret biraz…

      Al sana o “korkunç rüya”nın devamı; küçük bir istasyonda indikten sonra, kendilerini yakın bir yerde bulunan, susuz bir derenin iki tarafına yeni kiremitleri, kireç kokan yeni sıvaları, kapı pencereleri olan kimsesiz bir yerleşim yerine götürdüler. İşte burası sizin eviniz, birazdan karşı mahallenin muhtarı ve bazı kişiler buraya gelip sizi yerleştirecekler, yiyecek, içecek ve yakacak verecekler, her bir ihtiyacınız karşılanacak; yeni memleketinize hoş geldiniz, dediler ve gittiler…

      Aziz, mektubu postaneye bıraktıktan sonra, orada, adını yeni öğrendiği bir yerde, küçük bir çayevine oturdu, “Eşref paşa”, diyorlardı, önce bir acayip ad