sezdi, kendisi hiç bir şey sezdirmedi, her zamanki gibi davrandı… Hiç lafı edilmemişken kendisini mağazada işçi başı yaptılar, Pakize’ye daha hafif bir iş verdiler… Olayı Pakize de duydu, içinden kıs kıs güldü, “deli bozuk”, işte, dedi; durup dururken gene başımızı belaya sokacak… Bir akşam, yemeği yedikten, çocuklar da uyuduktan sonra Aziz’e, sen ne yapmışsın, gene, dedi, başımıza getirdiğin bunca bela yetmemiş gibi yine mi bela arıyorsun; “kabadayıya” bak, diyerek kocasının ensesine bir şaplak attı. Abe sen bir deve karıncasını eline alamazdın ötedeyken; unuttun mu, dedi, Aziz güldü, hiçbir şey yok aslında, dedi, millet öyle sanıyor, ko, öyle sansınlar…
Aziz’in, bir gün evlerinin küçük bahçesinde tahta bir masada çayını içerken, Pakize, arkadaşlardan birinin, memlekette galiba iç savaş sona ermiş, dediğini duydum; bir gün inşallah geri, memleketimize döneriz, demesi üzerine, Pakize yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. O gece kendisini ovada, babasının evinde gördü. İçinde öyle bir sevinç, öyle bir sevinç; hatta kırlangıçlar gelmiş de akıntı kıyılarından çamur taşıyarak kendilerine yuva yapıyorlar… Onların o geniş saçağına… Kedinin biri de kendine doğru bağrışarak yaklaşan kırlangıcın birini nerdeyse pençesiyle yakalayacak… Korkarak uyandı, sağına, soluna bakındı, Aziz derin derin soluk alarak uyuyor, çocuklar karşıdaki divanda birbirlerine sarılmış vaziyette yatıyorlardı… Üstleri açılmıştı, sessizce kalkarak yerdeki gül desenli yorganı alıp üstlerini örttü, yeniden yattı… Evlerine yakın camide sesi oldukça güzel bir müezzin sabah ezanını uzun uzun ve güzel bir makamla okuyordu.
Pakize memleketle ilgili güzel bir haberin kendisini bu kadar sevindirmesine, artık hayata ve olaylara daha olumlu bir şekilde bakmasına önceleri kendi de şaştı kaldı. Komşu kadınlardan biri Pakize Hanım, müsait bir zamanda bir gün Konak’a inelim de sana Kemer altı’nı göstereyim, dedi; görsen ne çarşı… Siz, evi döşeyip donatmak için çarşıya girişteki bazı dükkânlardan alış-veriş yapmışsınız, anlattığına göre… Çarşının içine gir; dolaş; şaşıp kalacaksın: iki üç bin dönüm bir yer var, öyle diyorlar; aradan çok geçmeden evlerinin biraz ötesindeki “durak”ta eski bir “dolmuş”a bindiler; dolmuş muydu, taksi miydi, ancak arabanın büyüklüğünden ayırabiliyordu. Pakize Hanım, hiçbir şeyi öyle net, kendine aitmiş gibi göremedi; buna pek aldırış da etmedi.
Dolmuştan indikten sonra komşu Şükran Hanım, buradan, girelim, dedi, kendilerini büyük bir kalabalığın içinde buldular… Kalabalığın içinde birbirlerini kaybetmemek için el ele tutunmuşlar, başka bir komşuları da onların ardı sıra gidiyordu. Uzun bir yay şeklinde kıvrılarak devam eden caddenin iki yanı, her çeşit eşya, malzeme, yiyecek satan dükkânlarla doluydu, kavşaklarda çayevleri vardı, aşçılar vardı, dükkânların önleri, müşterilerin dikkatlerini çeksin, diye, çeşitli renk ve desenlerde asılı gömlekler, çoraplar, manto ve paltolar, perdelikler, eşarplarla doluydu. Bazı dükkânların önlerinde duruyor, çorap, fanila ve eşarplara bakılıyor, kavşaklara gelip ara caddelere dönüleceği vakit komşusu, bak Pakize Hanım, burası, Şadırvanaltı Camisi; bir başka kavşağa geldiklerinde de bu da Kestane Pazarı Camii, derdi. Pakize Hanım, komşusunun hatırı için gösterilen camilere bakardı. Memleketteki camilerden daha büyük, daha süslü, sütunları oymalı, ikinci katlarındaki küçük pencereler tahta panjurlu ve kafesliydi. Bütün bunlar Pakize Hanım’a “yabancıymışlar,” kendisine pek de candan yakınlıkları yokmuş, gibi geliyordu –ve hayret bir şey- onlara bakarken Pakize Hanım, Gümülcine’deki “Yeni Cami”yi, Sobacılar Arası’nı, oradan inilerek cami avlusundan geçişlerini, köşedeki Ermeni yorgancının dükkânını görüyor, saat başı, cami avlusundaki o yüksek “Saat Kulesi”inden gelen tunç sesli saatin kulakları çınlatan sesini işitiyordu. Bir hayli dolaşmışlar, bazı alışverişler yapmışlar, bir taksi alarak Eşrefpaşa Camisi’nin oraya gelmişlerdi. Çocuklarına aldığı iki uzun saplı, tekerlekli, yürütünce üstünde kanatlarını açıp kapayan renkli bir kelebek olan tahtadan yapılma arabacıkları titizlikle kolluyordu. Orada, geniş bir alanda kurulmuş upuzun tahta tezgâhın üstüne karpuzlar itina ile dizilmişti. Komşuları, birer karpuz da alalım, mahalleye öyle çıkalım, dediler…
Tezgâhın üstündeki karpuzlar, kendisini eski günlere götürdü, kendini birden köyünde buldu. 12- 13 yaşlarında bir kız çocuğu, onlarca dönüm karpuz tarlaları, tarlaların orta yerlerinde kanatlarına başka ek tahtalar eklenmiş öküz arabaları… Babası ve hizmetkârlar, önce karpuzların olgun olup olmadıklarını parmaklarıyla vurarak kontrol ediyor, sap kısmındaki “kulağın” yemyeşil olmamasına dikkat ediliyor, saplarından koparılıp önce bir araya yığılıyor, arabalara doldurulup depolara taşınıyordu.
Ne günlerdi o günler, köy, hemen her şeyiyle bolluk ve bereket içindeydi, insanlar, Türk’ü, Rum’u mutluydu; daha önce yaşanmış olan bazı tatsız olaylar unutulup gitmişti nerdeyse… Sürülerle mandaları vardı, koyun sürüleri, çobanlar, onların torbalarına öğlenlik hazırlayan Arap (zenci) bir hizmetçi kadın, kadının o bembeyaz gülüşleri, kafaları sapsarı, birer tepsi büyüklüğünde gündöndü tarlaları… Evlerinin önündeki geniş harmanlıklar gündöndü yığınlarıyla dolardı, gündendiler kurutulur, sopalarla dövülür, taneler büyük kepe ve çadırlar üstünde iyice kurutulduktan sonra kalburlardan geçirilerek çuvallara doldurulurdu. Dedesi, o büyük saçaklardan birinin köşesinde yapılmış “özel oturma odasında” ailenin işlerini gözetirdi. Köy korucusundan tut, karakol çavuşuna, belediye kâtiplerine, banka müdürüne, hatta bazı subaylara kadar birçok kişi kendisini ziyaret ederdi… Paskalya Yortularında bu kişilere verilecek olan kuzular, sepet dolusu yumurtalar hazırlanır, bir hizmetkâr aracılığıyla kendilerine gönderilirdi, köydeki bazı Rum-Türk, fakir fukara çocuklarına ikiz kuzulardan birerleri hediye olarak verilirdi, Ramazanda “iftar sofraları” da hiç eksik olmazdı. Köyün imamı da bu “iftar yemeklerinde” bulunur, yapılan sofra duasından sonra “Bekir Ağa, Allah bu haneye, cümlemize selamet, hoşluk versin, ayrıca bu haneye her zaman bolluk-bereket ihsan eylesin” diye hayır-dualarda bulunurdu…
Köyde varlıklı hanelerin evleri taş duvar, çatıları da kiremitliydi; evlerin çoğu da böyleydi zaten, haremlerden öndeki harman yeri ya da bahçelere açılan geniş kapılar vardı, yılgı taşları, şeker kamışı makineleri, ekin ayıklama makineleri vardı, eskiden kalma dövenler saçak duvarlarına asılmıştı, uçları sivri sövenli öreçe3 kenarlıkları kolçaklarda asılı duruyordu. Ördek sürüleri evlere yakın göl ve su dolu hendeklerde yüzüyor, kaz sürüleri yanlarından geçen çocukların “kıh” seslerine boyunlarını ve başlarını öne doğru uzatıp adımlarını hızlandırarak onları koşturarak cevap veriyorlardı, onları o halde gören bazı yaşlılar, ha şimdi ne yapacaksınız bakalım, diye kendilerine takılıyorlardı.
Ah o bayramlar, ah, o çocukluk yılları; nasıl her şeyler güzel görünürdü bize; ağustos sıcaklarında artık sapları, kapçıkları iyice kuruyan mısır tarlaları insanlarla dolar, öküz arabaları tarla kenarlarına yanaştırılır, başaklar bağ bozanlara doldurularak arabalara taşınırdı. Evlerin önlerindeki harman yerleri başak yığınlarıyla dolar, gündüzleri sıcak olduğu için geceleri ay ışığı altında ya da iki direk arasına gerilen urganlara asılı fener şavklarının altında başak soyma mecileri (imece) yapılırdı. O başak kapçığı yığınları –daha çok- erkek çocukları için bir oyun alanı olur, kapçıklar üzerinde boğuşmaya başlarlardı. Biz kız çocukları güya annelerimize yardım etmek için onların dizlerine oturur, evde kahve dolaplarında patlatmak için kendimize “kıtır başakları” ayırırdık.
Sonra o kuruyan başaklar, sıvıtılmış taze sığır dışkısıyla sıvanıp kuruyan harmanlara yayılır, besili öküzlerin