Rahmi Ali

Bu Toprağın İnsanları


Скачать книгу

dur parayı ödeyeyim, dedi misafir, Aziz, hop hop, dedi o gür sesiyle, senin paran bu memlekette geçmez. Gitti, şoförün parasını ödedi, adam paranın üstünü vermeye hazırlanıyordu ki, istemez, kalsın, dedi Aziz, bir çay içersin ya da rastlaştığımızda bir dost selamı verirsin, adam memnun bir şekilde gülümsedi, size iyi akşamlar efem, dedi…

      Köylerinden gelen misafir, sanki memleketi, memleketin havasını, zamanın içinde çalışan, dinlenen, gülen, üzülen insanlarını da beraberinde getirmişti; öyle mutlu, hasretini gideren bir hava içinde buldu kendini, kimi gülümsedi, kimi hüzünlendi; arada ah, ne iyi ettin de geldin, diyordu kahvelerini içerken; Aziz memnun, gülümsüyor, anlatılanları sessizce, muhabbete karışmadan dinliyordu. Köy, Pakize’ye üzgün, sevgi dolu bir gözle bakıyordu; böyle bir duygu içinde hissediyordu Pakize kendini, dedesi, ninesi, ana ve babası, kardeşleri, çocuklar, komşular, akşamüstü kapı önlerinde sessizce dertleşen kadınlar, düğünler, bayramlar, başak soymalar, harmanlar, araba dolusu karpuzlar…

      Sanki köyündeydi Pakize; her şeyi o ayarlıyordu, bir o vardı, bir de zaman ve mekânları seçme hürriyetine sahip gönlü, o geniş hayali: Köyün hemen dışındaki kabalığa manda sığırı çıkmıştı, sığırtmaç “ho-hooo” diye bağırdı, manda sürüsünü önüne kattı, sulak çayırlıklara doğru götürdü. O ne; tüm tarlalar sürülmüş, mısır ekilmiş, yeni ekilen tarlaların içlerinde kapkara karga sürüleri; dolma tüfekler ara sıra patlıyor, karga sürüleri “pırrr” diye havalanıp daha uzaktaki sürülü tarlaların içlerine konuyorlardı. Dedesi faytonla harmanlığa geliyor, elinde bastonu, hizmetkârın açtığı harem kapısından içeri giriyordu, ilkyaz mıydı; bir leylek caminin biraz ötesindeki kuru bir karaağacın tepesinde tek ayaküstünde duruyordu. Anası büyük bir gülüş, koyu bir özlem olmuş, karşısında üzüntülü bir haldeydi, babası yüreğini rahatlatan bir güç; köyün en yakışıklı, en cesur adamıydı.

      Daha o akşam misafirle birlikte akşam yemeğini yedikten sonra biraz dinlenmişler, kahve içmişler, misafir bavulunu ortaya koyup hediyeleri ortaya koymuş, Bekir Ağa ailesi tarafından gönderilen hediyeleri de ayrı bir yere koymuştu, hepsinin ayrı ayrı selamları var, dedi. İpek gibi yumuşak naylon masa örtüleri, çocuklara defter, kalem ve kitaplar, madeni otomobiller, kaba leblebi, çorap ve ayakkabılar ve daha bir sürü eşya… Aziz’e bir gömlek, Pakize’ye entarilik kumaşlar vardı. Çocuklar kalem, defter ve oyuncaklara dalıp gitmişlerdi, misafir ceketinin iç cebinden sarı bir zarf çıkarıp kadına verdi; dedenizin faytonla çekilmiş resmi; kırılmasın diye buraya koydum. Kadın zarfı dikkatle açtı, hepsi toplanmış, resme merak ve hayranlıkla bakıyorlardı. Bekir Ağa’nın Gümülcine’deki bir handa çekilmiş bir resmiydi; orada görevli biri, Kapalı Köprü’nün yanındaki Resimci Niko’ya gönderilmiş, adam, üçayaklı, körüklü resim makinesiyle gelip dakikalarca uğraşarak bu resmi çekmişti: kırk- elli yaşlarında, başında kalıplı bir fes, yakası kürklü bir palto, külot pantolon, körüklü çizmeler, köstekli bir saat ve hilal bıyıklar… Küçüğü, bu bizim koca dedemiz mi, dedi, kadının gözleri yaşarmıştı, gururla; evet yavrum, dedi, koca deden… Adam, maşallah, hala kendini tutuyor, dedi, tabii, artık kasabaya falan gidemiyor. Aziz, ne adamdı, dedi, işini bilen, sözünün eri ciddi bir adam…

      Hiç geciktirmeden daha sonraki gün, resmi alıp merkeze indi, orada tanıdığı, “mahir” bir resimciye götürdü, bizim için çok önemli bir hatıra-resim, dedi, resmi büyütüp güzel bir çerçeveye koyacaksın; parayı düşünme, ne ederse; resimci, merak etme efem, dedi, bir hafta sonra geçip resmi al.

      Bu arada, misafir orada fazla durmadı, Azizlerde kaldığı iki gün içinde Aziz kendisine İzmir’in görülebilecek yerlerini gezdirdi, Konak’a indiler birkaç kez, Saat Kulesi’nin altında resim çektirdiler. Kıraathaneye gittiler, kapının yanında oturan boyacı onları görünce ayağa kalkarak selamladı; Aziz, boyacıya bakıp gülümsedi, eline bir beşlik sıkıştırdı, içeride oturanlar kendilerini başlarını eğerek selamladılar. Bir ara sinemaya girdiler, Hayvanat Bahçesi’ne gittiler, misafir o koskoca file bayıldı, bir cam dolabın içindeki boğa yılanından tiksindi. Yahu bu “meret” rüyama girecek benim, dudaklarım muhakkak uçuk içinde kalır; dedi, Aziz güldü. Aradan tam bir hafta geçtikten sonra resimciye gidip çerçevelenmiş resmi aldı, bir taksi tuttu, ver elini Çimentepe…

      Bekir Ağa’nın o faytonlu resmi uzun uğraşlardan, acaba buraya mı assak yoksa şuraya daha uygun olmaz mı benzeri tartışmalardan sonra en nihayet salonun arka duvarının tam ortasına, Pakize’nin göz hizasına gelecek bir şekilde asıldı. Büyük oğlan karşıya geçip, baba bu sanki bir “paşa resmi” gibi dedi, Aziz içinden, bizimki sanki benim maksadımı anlamış, dedi, “kerata” babasına çekmeyecek de kime çekecek; diye geçirdi, gülümsedi.

      O günden sonra her gelen giden önce o resme uzun uzun bakıp ondan sonra koltuklara oturdular, sohbet ettiler, resimle ilgili bilgi edindiler, misafirler Pakize Hanıım’a daha bir saygılı davranır oldular. Pakize de kendilerine o naylon masa örtülerini, çocuklara gönderilen kırtasiye düzenini, gösterdi, Yunanistan’dan gelen başka misafirler tarafından getirilen naylon masa örtülerinden onlara da verdi, misafirlerin sayısı gittikçe arttı.

      Aziz’in bir tutkusu, belki bazı kişilerde olmayan vazgeçilmez bir merakı daha vardı: Kurtuluş günlerinde yapılan o askeri geçit törenleri… Öyle bir “hamaset” meselesi değildi bu; o askerlerin yürüyüşü, bando takımının çaldığı yürüyüş marşları, parlayan miğferler, askerlerin “kaz adımları”, süvari birliklerinin tatlı bir ritim müziği eşliğinde yaptıkları geçit töreni gösterisi; bütün bunlar hoşuna gidiyordu, bir de bu güzellikleri paylaşmak… Hemen her 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 9 Eylül İzmir’in Kurtuluş Günü’nde yapılan kutlama ve törenleri kaçırmaz, bu törenlere ailece katılır, çocukların ellerindeki bayraklara büyük bir sevgiyle bakar, Pakize’nin bandonun tam önlerinden geçtiği sırada gözlerini kurulaması kendisin de gözlerini yaşartır, törenlerden sonra hep birlikte en yakın bir pastaneye giderlerdi.

      Orada, memlekete yapılan törenler gelirdi gözlerinin önüne, 28 Ekim Ohi yortusu, evlerin önlerine asılan bayraklar; evdeki bayrak çok eskimişti de gidip zücaciyeci karşısındaki bir Ermeni’den almıştı bir bayrak; evlere bu bayraklar asılıyor, demişti. Yav, ne günlerdi be, diye düşündü; kendini yine o eski, geçmiş yıllar içinde buldu. Bir komşuları vardı: Ahmet; İtalyan harbine katılmış, dediler, bir mektubunda Arnavutluk’a girdiklerinden söz ediyormuş; bir gün, öyle, asker postallarının ipleri çözülmüş, saç-sakal karışmış bir halde cami yolundan çıkıp mahallenin içine doğru geldi. Kendileri de okulun ardındaki yolda “kopçe” oynuyorlar; yanlarına gelince; “Latif Oğlu Amet; paron(buradayım)’” diye bağırdı, herkes bir birine şaşkınlıkla, ne oluyor, diye baktı; o devam eti: Germani geldi, omzumu sevdi, Moamet, dedi, hadi familya; diye bağırdı; geldim işte… Onu alıp evine götürdüler, anası fırını kızdırıyormuş o saatte, onu o halde görünce düşüp bayılmış, sonra köyde duyup da herkesin üzüldüğü kötü bir haber yayıldı: “Ahmet, aklını bozmuş…”

      “Deme yav..”

      “Öyle işte; nasıl üzüldük ailece…”

      “Nasıl sakin, nasıl akıllı bir çocuktu…”

      “Ha gel de bu işe kısmet, de; bu harpte kısılmasaydı, böyle şey olmayacaktı ya…”

      Daha sonra o hocaya muska yazdır, bu hocaya git; derken Ahmet daha da kötüleşti, Dondurmacı Çerkez Ahmet; Latif’in Ahmet’in “adaş”ıydı; gidip babasını buldu Ahmet’in, Latif Aga, bu kadar cahil olmayın, dedi. Abe “o hocalar” ne anlar insanın “sinir sisteminden, bu hastalıktan ne anlar onlar; abe el âlem bunun okullarını açmış, doktorlar yetiştirmiş yani onlar aptal da biz mi akıllıyız? Gel