Rahmi Ali

Bu Toprağın İnsanları


Скачать книгу

odaların içine sular damlıyor, su damlayan yerlere evdeki boş kap kacaklar yerleştiriliyor, anne ve babaların isyan eden öfkeli seslerine karşın, çocukların yağmur damlalarının temposuna ayak uydurarak, oynadıkları ve neşelendikleri görülüyordu. Dağlar yitip gidiyordu sis ve kara bulutlar içinde, köyün dar ve kumlu sokaklarında bulanık sular dağlardan, tepelerden kumları sürüklüyor, yağmur dinince çocuklar yerlerdeki paslı çivi ve tel parçalarını topluyorlardı. Bazen gökyüzü kül rengine dönüşüyor, kuşlar çok yükseklerden uçarak katar katar uzak yerlere göç ediyorlardı… Keten bir çuvaldan yaptığı kukuletayı başına koyarak kapının önüne çıkan yaşlı bir adam kucağındaki çocuğa gökyüzündeki kuşları göstermeye çalışıyordu…

      Böyle günlerin ardından birden, güneşli, güzel bir hava, ortalığı, evleri, sokakları, saçak önlerini, harem duvarlarının güneye bakan yerlerini ısıtmaya başlıyordu. Bu “güzel” havalara aldanan bazı sinek ve bal arıları, şaşkın, uyuşuk bir şekilde uçuşuyorlardı. Havayı güzel gören bazı yaşlılar torunlarını ellerinden tutarak ya da çok küçükseler omuzlarına alarak “Çaybaşı”na götürürler, orada büyük bir gürültüyle akan çayın sularına bakarlar, bazen de çok uzaklarda bir ayna gibi parlayan Boru Gölü’nü hayranlıkla izlerlerdi…

      Semerci Recep de böyle havaları kaçırmaz, değerlendirir, saçağın güneş gören bir köşesine koyduğu alçak hasır sandalyesine oturur, kendisine getirilen eski bir semeri onarmaya başlardı. Oyun oynamaktan yorulan çocuklar soluklanmak için onun yanına gider, yaptığı işi merakla izler, onlara bazen kısa masallar anlatır, bazen takılır, kendilerini eğlendirir, güldürürdü…

      Yamaç başı, sabahın erken saatlerinde, dağın uzak tepe ve vadilerinde odun kesmeye gidecek olan oduncularla dolardı… Gençler hatta kimi yaşlı erkekler ellerinde baltalar, önlerinde semerli eşekleriyle, dolambaçlı patikalarda ilerleyerek gözden kaybolurlardı… Kadınlar, ellerindeki hayıt süpürgeleriyle yıkık dökük kapılarının önlerini süpürürler, işleri bitince elleri bellerinde-ayaküstü- muhabbete dalarlardı.

      Semerci Recep daha akşamdan gökyüzüne bakmış, “çocuklar, yarın hava güzel olacak, biraz erken kalkıp bazı şeyler yapmanın zamanıdır” dedi… Haşlama ekimi yaklaşıyor… Haşlama yeri hazırlansın, gübre aktarılsın, haşlama yerine suyun gelip gelmediği kontrol edilsin; tamam mı? Büyük oğlu, tamam, baba, dedi… Akşam, kardeşimle biz de öyle kararlaştırmıştık…

      Sabah en erken kalkan Semerci Recep oldu… Karısına: Git, oda kapılarının önünde birer defa öksür, dedi… Duymazlarsa gider, kaldırırsın… Tamam, dedi kadın, birazdan tarhanayı hazırladı, Semerci Recep giyinip kuşandıktan sonra saçağa gitti. Kediler mart ayının gelmesiyle birlikte duvarların üstünde, ev ve damların çatılarında boğuşmaya başlamışlardı… Her evin bahçesinden gümbür gümbür yayık sesleri geliyor, etraf ayran ve taze tereyağı kokuyordu. Hayvanları sığırtmaca götürüp sığıra katan kadınlar ellerinde değneklerle evlerine dönüyor, çocuklar sırtlarında bezden yapılma “cüz çantalarıyla” okula gidiyorlardı. Geç kalan birkaç oduncu da yamaç başındaki patikalara yukarı tırmanmaya başlamışlardı. Harem kapılarından çıkan bazı erkek ve kadınlar omuzlarında dirgen ve küreklerle haşlama gübresi hazırlamaya gidiyorlardı… Tavuklar biraz ileride eşeleniyor, ibiği kıpkırmızı, bacakları poturlu iri bir horoz yüksekçe bir kayanın üstüne çıkmış ötüyordu. Tam bu sırada çocukları bir at arabasıyla karşı kapıdan çıktılar, kamçının şaklamasıyla birlikte at hızlandı, arabanın takırtısından çınarda tüneyen iki kumru ürkerek uçtular, başka bir ağacın dalına kondular.

      Semerci Recep şimdi içi rahatlamış bir halde kütüğün üstündeki eski semeri alıp hasır sandalyenin yanına koydu… Elinde çuvaldız, yağlı kınnapla semerin yırtık yerlerini onarmaya başladı… Biraz çalıştıktan sonra bir sigara sardı, yaktı, bir nefes çekti, saçağın içine nefis bir tütün kokusu yayıldı…

      Köyün eski, varlıklı ailelerindendi. Yetmiş yaşlarında, güçlü kuvvetli, iri yarı bir adamdı… Köyde, Çerkez kalpağı kullanan tek kişi olmasından dolayı, kendisini civar köylerden tanıyanlar da çoktu. Ta gençlik yıllarından beri külot pantolon, körüklü çizmeler giyer, atla gezip tozmayı sever, şehre sık sık giderdi. Şimdi de başında Çerkez kalpağı vardı. Kır burma bıyıkları kendisini oldukça heybetli gösteriyordu, yıpranmamış bir asker yağmurluğunu omuzlarına atmıştı. Bir ara daldı, eski yıllar, günler içinde buldu kendini, “ah o çocukluk ve gençlik yılları” diye geçirdi içinden: Yedi-sekiz yaşlarında olmalıydı… Köyde mektep yerine cami odasında yaşlı bir hoca ders verirdi. Rahmetli babası ona, yakın akrabaların yanında bir oda tutmuş, Gümülcine’de İptidai Mektebine göndermişti… O lacivert takım elbisesini, biraz da gururla giydiği kalıplı güvez fesini hiç unutmuyordu. Orada neler kalmıştı aklında, güzel sesli bir hoca kendilerine mevlit okutuyordu, bir hesap dersleri muallimleri vardı, arada Fransızca bir şeyler konuşuyordu, kaldığı eve yakın yaşlı komşu kadınlardan biri bazı kadın ve çocukların sırtlarına “çırrak” diye bir şeyler vuruyor, sonra bir boynuzla kan alıyordu… Bunlar… Bu Çerkez kıyafeti ve at merakı da nereden gelmişti? Bunu hatırlayınca gülümsedi kendi kendine, gençlik işte, dedi… Ama öyleydi de. Yirmi Üçten sonra Türkiye’den kaçıp buraya gelen Çerkezler, şehir ve köylerdeki en güzel kız ve dul kadınları kandırıp kendileriyle evlenmeyi başarmışlardı. Bir gün daracık bir meyhanede arkadaşıyla rakı içerlerken aralarında bu konuyu konuşuyorlardı… Karşı masada oturan yaşlı bir adam kendilerine bakıp gülümsemiş, delikanlılar, muhabbetinize katılabilir miyim, diye sormuştu… Adam filozof gibiydi. Muhabbetinizi duydum, dedi. “Kadın kısmı, temiz, bakımlı ve hovarda erkeklere bayılır; bu kadar”… Nasıl gülmüşlerdi. Zaman nasıl geçiyordu. O günden sonra köyün en şık giyinen delikanlısı, adamı olmuştu.

      Aziz’le beraber nasıl oynarlardı düğünlerde. İkisinde de kostümler, burma bıyıklar, feraceli- soğuk kış günlerinde- başları bürgülü, süslü kadınlar… Çift davul, çift zurna; o ne oyun havaları; bütün gözler kendilerinde, soluğu kesilen zurnacının iki de bir kendilerine “yeter artık, biraz dinlenelim; biz de insanız” dercesine bakmaları… Deli Yusuf’un karısı Makbule’nin o baygın bakışlarıyla kendini süzmesi, iki de bir yaşmağının bağının çözülmesi…

      Makbule de nasıl bir kadındı ya… Ama kısmetsiz; git de böyle bir kadın Deli Yusuf gibi birine düş… Sarhoşun, berduşun biri; güzelim kadını mahvetti, bitirdi kahrından, gamından; şimdi bunlar hatırlanacak şeyler mi, bu “şeytanı” ne yaparsın… Bir gün Deli Yusuf’la o daracık meyhanede buluşmuşlar, gece geç vakitlere kadar içmişlerdi, ilk defa içiyordu kendisiyle, adam içki içmesini bilmiyor ki, sanki kel ahladı turşusu içiyor. Hiç anlamadım, birden masanın altına kaykıldı kaldı, köye zor götürdüm, her yer karanlık, yarı yolda bırakacak değilim ya, kucaklayarak zar zor harem kapısının önüne kadar götürdüm, kapıyı çaldım, karısı geldi, “Aaa” diye bağırdı şaşkınlıkla, sonra ağlamaya başladı, beraber eve taşıdık Yusuf’u, yerdeki bir döşeğin üzerine yatırdık… Ses seda yok, kadın bana baktı, korkarak, ölmesin sakın, dedi, yok, dedim… Birazdan ayılır, işte hep böyle bizim adam, dedi, biraz durdu, sana bir kahve yapayım, dedi, ateşi kurcaladı, cezveyi ocağa sürdü, fincanı uzatırken elime dokundu, tuttum ellerini, başını göğsüme koydu, çok kısmetsizim, dedi, yüzümü gerdanına gömdüm, ah, yapma, gören olur, diye inledi… Yani bazı akranları kendisini camiye giderken gördüklerinde “Ne o Semerci Recep, sıra, günahları ödemeye mi geldi” diye takılırlarken biraz haklıydılar ama o kadar da değil, görüldüğü gibi her şey bir rastlantıdan ibaretti…

      Gözleri