Rahmi Ali

Bu Toprağın İnsanları


Скачать книгу

arabasını koşar, üstünü “gelin arabası” gibi örter, bir araba insan kimi tozlu, kimi çamurlu yollara düşerdik… Kına geceleri kurulur, kızlar tahta ya da ot balyaları dizilerek hazırlanan sıralara oturur, gelin ortada-çok defa şimşir yaprağı ya da tespih ağacı tanelerine barak teli yapıştırılarak yapılan- hotozlu, “har bollu” olurdu- sağında solunda en yakın arkadaşları otururdu… Darbukalar çalınır, oyun beceren kızlar hiç teklifsiz kalkar, karşılıklı oynarlardı… Kadınlar yerde, kızların tam karşısında oturur, siyah, beyaz bezli, bürgülü, hacı bezli başlar karışık bir halde bir oraya bir buraya hafif hareketlerle sallanırdı.

      En arkada da bekâr gençler, daha arkalarda göze çarpmayacak yerlerde ise bazı evli erkekler… Aziz beni birkaç kez gördü böyle; bir defasında da kalkıp oynamamı istedi; aklınca bir kusurum varsa görecek; çok beklersin sen, dedim ama bir defasında kıyamadım, kalktım, oynadım… Bazı sesler geldi kulağıma, “gelin gelin; ovalı kız oynuyor”, ay bende bir utanma, bir sıkılma, bir pişmanlık… Anacığım ben oturduktan sonra yerinden kalktı, yanıma gelip kulağıma eğildi, “iyi yaptın” dedi, Yakalılar görsünler bak, oyun nasıl olurmuş, nasıl oynanırmış…

      Tütün mağazasından oldukça neşeli bir halde çıkan Aziz, İskeçe köylerinden bir arkadaşıyla Eşref Paşa Camii’nin önüne kadar geldi, ben berbere girip tıraş olduktan sonra çıkacağım mahalleye, dedi… Kapı açıktı, koltuğun biri boştu, selam verdi, paltosunu çıkardı, buyur otur, dedi bir genç, öne çekilen koltuğa oturdu, beyaz bir önlük; genç, sert sakallı yüzüne şöyle bir elini sürdü, ayakta duran daha yaşlıca birine “sen geç” anlamında güya “Aziz’e çaktırmadan işaret etti…

      Bugünlerde Aziz’in neşesi eski günlere bakarak oldukça iyiydi, evde radyoyu açmaya başlamışlardı, çocuklardan büyüğü okulda sınıf başkanı olmuştu, Yunanistan’daki en küçük kayınçesi (kayınbirader) sözlenmişti. Bir de mağazadan aldıkları paraya büyükçe bir zam; yani işin doğrusu, -gurbetlik ve çekilen çileler bir yana- geçimleri köydeki geçimlerinden daha rahat, daha güzeldi bir kere; kim ne derse desin…

      Berber yüzünü köpüklerken dikkat etti; duvarlar, boyalı, pencereler pırıl pırıl, aynada bir leke yok, parlak kurnalı çeşmeler, pudra, krem tabakaları, ispirto, tertemiz pamuk; oh-hooo, diye geçirdi içinden, burası bizim Berber İbram’ın dükkânı yanında küçük bir saray… Aklı yine memlekete gitti, Recep geldi gözlerinin önüne; acaba mektup geçmiş midir eline… “Tamamdır, beyefendi, sıhhatler olsun.”

      Düşlerinden uyandı, gülümsedi, parasını ödedikten sonra yokuş yukarı tırmanmaya başladı…

      Yemeği erken yemişler, güneş daha batmamıştı, biraz dinlendikten sonra karısına: Bu akşam kahveye biraz erkenden giderim, ona göre erken dönerim, dedi. Karısı: Bize de komşu Samime Hanımlar, gelecekler galiba, kızları da gelip görmek istiyorlarmış bizi, evimizi, dedi. Tamam, dedi Aziz, giyinip kuşandı yeniden, kalın, kareli bir gömleği vardı, göğsünde düğmeli cepler, onu pantolonunun üstüne saldı, arkası basık ayakkabılarını giydi, bıyıklarını burup yeniden düzeltti, yokuş aşağı inmeye başladı.

      Caminin oralarda, arabaların kıvrıla kıvrıla Konak Meydanı’na inmek üzere sola saptıkları yerde bulunan oldukça büyük bir çayevine alıştırmıştı ayaklarını, orada “tanıdık bir dünya”ya girer gibi kendini rahat hissediyordu… Kıraathanenin içi her zaman dolu gibiydi, ana caddeye bakan büyük camekânın yanında ağızlarında renkli marpuçlar, nargile içenler, kâğıt oynayanlar, domino taşlarını sıralar halinde önlerine dizenler, sigaralarına yanaklarını çukurlaştırarak asılanlar vardı… Ocağın hemen bitişiğindeki tek bir basamakla inilen küçük bölmede ellerinde günlük gazeteler, ciddi görünüşlü, bitkin emekli memurlar o gürültü içinde sessiz ve sakin bir duruş sergiliyorlardı. Bir de Aziz’in de anlamakta güçlük çektiği hatta akıl erdiremediği bir şey vardı ki, sanki bu mekâna girer girmez kendisine karşı açıkça belli edilmeyen bir saygı duyulduğunun varlığı; Aziz’in de bundan gizliden gizliye bir gurur duyduğuydu.

      Aziz’in, bu mekâna gelmeye başladığından beri dikkatini çeken hatta biraz da rahatsız eden başka bir şey daha vardı. Mekânın giriş kapısının hemen solunda, nerdeyse müşterilerin kapıdan girişlerini zorlaştıracak şekilde yerleştirilmiş büyük, süslü bir boyacı sandığıyla, alçak hasır sandalyesinde oturan boyacıydı. Seyrek dik bıyıklı, kolları bir “başpehlivan”ın kolları gibi kalın, saçlarına ak düşmüş olan esmer, iri yarı bir adamdı… Adamın yüzünde bıçak yarası izleri, kafasında da bazı çentikler vardı… Bir gün yanında oturan tanıdık masa arkadaşına kim bu adam, hep burada mı durur, diye sorduğunda adam, bırak şunu, dedi; ne olduğu belli değil, bir gün dışarıdaysa iki gün içerde yattığı söyleniyor; belalının biri…

      Aziz bir başka gün çayevinden çıkarken ayağının birini sandığın üzerine yerleştirdi, adam başını kaldırdı, boyayalım mı agam, dedi, adamın yüzüne baktı, ayağımızı neye koyduk buraya; elbet boyayacaksın, dedi. Boyacı müşterinin çoraplarına boya değmesin diye ayakkabının kıyısına kutulardan kesilip hazırlanmış karton parçaları yerleştirdi, fırçayla önce ayakkabının tozunu aldıktan sonra küçük bir fırçayla teneke bir kutudan aldığı boyayı dikkatlice sürdü. Ayakkabılar boyandıktan sonra güzelce cilalandı, Aziz boyacının eline iki buçuk lira tutuşturdu. Bozuğum yok, aga, dedi boyacı şaşkınlıkla, Aziz, sana bozuk para soran oldu mu, kalsın sende, deyip sertçe baktı, çekip gitti… Boyacının içine, sebebini anlamadığı bir korku düştü, o gece enikonu uykusu kaçtı, aradan bir hafta geçmişti ki, aynı müşterinin sağ ayağını boya sandığının üstüne tekrar koyduğunu gördü. Hem boya, hem dinle, dedi, Aziz yavaş sesle… Cumartesi günü, ikindi ezanı biter bitmez, caminin köşesinden kıvrılıp buraya geleceğim, bu boya sandığına bir tekme atıp sana, “seni tam bir hafta burada görmeyeyim, diye bağırıp çağıracağım, sen de sandığı kapıp bir hafta buralarda görünmeyeceksin… Bu dediklerimi yaparsan sana tam elli papel var… Boyacı şaşkınlık ve sevincinden ne diyeceğini şaşırmıştı… Elli papel, bir mağaza işçisinin yarım aylık kazancıydı neredeyse; tamam aga, dedi, oldu gitti, içinde korku ile karışık büyük bir sevincin büyüdüğüne kendi de şaştı. Şu kısmete bak, dedi, Allah işte; her şeye kadir, neye demişler…

      Aziz tam bir hafta sonra caminin köşesinden çıkarken boyacıyı; boyacı da onu gördü, ikisinin içinde de anlaşılmaz bir sıkıntı vardı… Aziz, çayevinin kapısına beş on adım kala bacaklarını açtı, kendini gerdi, elinde iri taneli bir tespihi sinirli sinirli çekerek kapıya doğru ağır ağır ilerlemeye başladı… Kahvenin içi aynı minval üzereydi, kapıya yakın masalardan birinde “pişti” oynayan biri Aziz’i o halde görünce arkadaşına, gelen yeni muhacire bak, dedi, kafayı pek erken tütsülemiş… Tavla oynayanlardan biri de manzarayı gördü, rakibine, yav, sırası mıydı şimdi bunun, dedi, tam da seni yenmek üzereydim. Herkes kapıya doğru bakıyor, ne olacak, bu adam niçin böyle yapıyor, diye merak dolu ve tedirgin bakışlarla Aziz’i bekliyorlardı…

      Aziz boyacının başına dikildi, sandığa bir tekme savurdu, boyacı şaşkınlıkla kendisine bakıyordu, buradan defol git, bir hafta buralarda seni gözüm görmesin, diye bağırıp çağırmaya başladı. Boyacı aceleyle fırçaları, boyaları yerlerine yerleştirdi, sandığı kaptığı gibi boynuna astı, Aziz yere düşen bir boya kutusunu boyacının eline tutuştururken kaşla göz arasında bir yüzünde, elindeki tüfeği havaya kaldırmış büyük bir asker resmi bulunan 50 Liralık banknotu boyacının avucuna sıkıştırdı. Boyacı, ardına bakmadan oradan koşar adım uzaklaştı.

      Çayevinin içinde ses seda kesilmişti, oyunlar, durmuş, fısıltıyla