Rahmi Ali

Bu Toprağın İnsanları


Скачать книгу

geldi başımıza bütün bunlar!” Pakize’nin sesi bütün ağırlığı, bütün can sıkıcılığı ile kulaklarındaydı… Oysa bu başlarına gelen, kendilerinin hiçbir suçları yok iken üstlerine gelen “beklenmedik bir belaydı”… O gün de oduna gidecek, getireceği bir eşek yükü odunla öküz arabasını bir güzel yükleyip sonraki gün kasabaya satmaya götürecekti. Serin ve karanlık bir derenin içindeydi, sık kayın ağaçları servi kavağı gibi uzamışlar, toprak çürük yaprak ve nem kokuyordu; yere yıkılmış kuru bir ağaç gövdesini çelikleme kesmek için uğraşıyor, bir yandan da gömleğinin yeniyle terini silmeye çalışıyordu. Bir ayak sesiyle irkildi, baktı, karşısında başlarında asker “dikoko”su, asker kaputu, çapraz fişeklikli, ellerinde “thomson”, iki kişi: baltayı burada bırak da seni bizim kapetan (kaptan) çağırıyor, dediler, yüzleri asık değildi ama ciddi oldukları belliydi. Bacakları titreyerek önlerine düştü, kapısında iki silahlı kişinin nöbet tuttuğu bir eve girdiler. Kaptan dedikleri kişi, bir minderin üstüne oturmuş, ayran içiyordu, Aziz’e otur, korkma, dedi, ötekiler çıktıktan sonra Aziz’in eline bir kâğıt kalem verdi, becerebildiğin kadar, sizin karakola hangi yoldan gidilir, mazgal tam nerede bulunuyor, onları bir işaretle, git, dedi… Aziz, büyük bir belayı defetmiş gibi sevindi, köylerinden karakola giden yolu, kilisenin sağındaki mazgalı, kırk elli adım ötedeki karakolu işaretledi tamam, bu kadar, dedi… Kaptan, Yunanca bir şeyler söyledi sertçe, aynı silahlı kişiler gelip kendisini önlerine kattılar, dışarısı keçi gübresi kokuyordu, ağılın yanından geçerlerken “abe, bizim Semerci Recep’in arkadaşı değil mi bu, diye bir sesle “tümbüldek” (çıngırak) sesleri duyuldu.

      Sonra… Sonrası bu işte… Bir de “bir işi yaparken düşüneceksin,” derler. Nesini düşüneceksin, adam oturmuş oraya: her dediği kanun; müstantik o, hâkim o, avukat o; üstelik cellât da o… Ha, yapma dediğini, daha orada yersin alnına kurşunu; Durmuşların Halilcik öyle gitmedi mi; buradan asker geçti mi, diye sormuşlar; adam görmemiş, ne desin; görmedim, demiş… İyi ama “andartlar” daha on adım ilerlemeden bir yaylım, ateş; kaptan çekmiş kurşunu fukaranın kafasına: “Bilmezsin ha!…” Ben bilir miydim, kestirebilir miydim işin sonunu; daha beş on güne varmadan bir gece karakol, “andartlar” tarafından basılmaz mı, bir çatışma, iki taraftan birkaç ölü… Ne zaman “andartlar”dan biri yaralı olarak yakalanmış, diye bir haber duyuldu; daha o saat, yüreğim “cız” etti.

      Evde bulunmadığım bir gün, karakoldan jandarmalar gelip evin her yanını aramışlar, hatta dama girip samanların, otların içine bakmışlar, Recep gece yarısında gelip beni buldu, “buradan kaç git, canını kurtar; karar verdikten sonra gerisini düşünme, ben hallederim… Tütünü, ekinleri, tarlaları, evi, hayvanları; onlar benim işim… Şu benim “aretliğim” yaman adam, tam arkadaş, dedi, gülümsedi. Çaycı: Ağam, tazeleyelim mi, diye başında bekliyordu. Birden düşünceler içinden sıyrıldı, korkuları dağılır gibi oldu. Saatine baktı, oh- hooo, geç olmuş, diye geçirdi içinden, çayını aceleyle içti, kalktı, Pakize’nin canı sıkılmıştır” dedi.

      Ailece biraz sakinleşir gibi olmuşlardı, Çimentepe’de genişçe, kapısı penceresi sağlam, küçük bahçesi olan derli toplu bir ev buldular, karısıyla birlikte çarşıya indiler, eve her ne lazımsa aldılar, yeni perdeler taktılar, halılar aldılar, bir de Philips marka bir radyo… Karısıyla birlikte aynı tütün mağazasında iş buldular, çalışmaya başladılar, kayınpederi İzmir’e gelen bir köylüsünden bir miktar para göndermiş, onu aldılar. Çocuklarını yakın bir okula yazdırdılar, muallimleri halden anlar biri, çocukları sevmiş, okşamış, gözleri yaşarmış, onlara güzel güzel kitaplar vermiş…

      Artık Pakize de diğer kadınlar gibi kapı önüne çıkmaya başlamış, komşularıyla birkaç laf eder olmuştu. Aziz’in yüreği biraz olsun serinlemiş, aylardan beri içini sıkan, kemiren o “tedirginlik” az da olsa dağılır gibi olmuştu…

      Ne zaman gelip bu eve taşındılar, yerleştiler, eve gerekli olan eşyaları, takım-takla vatı aldılar, çocukları gözleri önünde okula gitmeğe, arkadaşlarıyla sokakta oynamaya başladılar, Pakize başka bir kadın oldu, yüzünde ilk kez gülümseme izleri görüldü, gözleri parladı, birkaç tatlı söz eder oldu… Aylardan beri de ilk kez Aziz’le aynı yatakta uyudu… “Ay ay ay…” neydi o İkiçeşmelik’teki “Aile Evi”nin hali öyle, bir daha Allah göstermesin, Allah kimseleri öyle yerlere düşürmesin… Diyarbakır’dan dönüp Basmane Garı’na indiklerinde hepsi de sarhoş gibiydi, kafalarının içi zonkluyor, tekerleklerin, rayların bağlantı yerlerine vurarak çıkardıkları “takatak takatak” sesleri kulaklarının içinde uğulduyordu… Bir faytoncu gelip “Abi, nereye” diye sorunca Aziz, “Falanca Numaralı Aile Evi”ne dedi, adam yüzünü ekşitti, gelin, ardından, eşyalarınızı unutmayın, dedi, elindeki tahta bavulu tutup “yenge ver ben götüreyim” dedi… Aziz’in uzaktan tanıdığı bir arkadaşı orada kalıyormuş, kendilerine de boşalan bir odayı tutmuş, kiralamış…

      O ne pislik, ne koku, duvarlarda tahtakuruları öldürülmüş her tarafı kan lekesi olmuştu, ortak tuvalet o kadar pisti ki, bir türlü oturamadılar, hemen arka tarafta ihtiyaçlarını eski gazete kâğıtları üstünde görüp pislikleri tuvaletin kapısından içeriye attılar, çocukların gözleri daha Diyarbakır’da çapaklanmıştı, iyice çapaklandılar. Hemen eczaneye gitti kocası, bazı göz damlaları aldı, gözleri parladı çocukların, Aziz güçlü kuvvetli biri, orada limanda hamallık yapan komşu gençlerden biri onu alıp limana götürdü. Aziz akşamüstü elinde yağlı bir kâğıdın içinde beş-on köfte, iki somunla döndü, çocuklara birer de döndürecek almıştı, nasıl sevindi sabiler, ilk defa o gece ağlamadım…

      Kocası, ben postaneye gidip Recep’e o yazdığım mektubu göndereceğim, dedi, nerdeyse bir sene olacak, bakalım, köyde ne var ne yok, çocuklar köpekle kediyi durmadan soruyorlar, onlar ne oldu, damı boş bırakma, zahire koy. Zehra Hanım ara sıra evleri dolaşsın, havalandırsın, kışın akan bir yer olursa aktart, ilerde buraya gelmen kısmet olursa “artık-eksik” helalleşiriz, demiştim kendisine, gerçi olayların azaldığını, savaşın sona ermek üzere olduğunu söylüyorlarmış ama belli olmaz…

      Mağazadan döndükten sonra üstünü başını değiştirdi, evin içinde sabahtan yarım kalmış işlerini bitirdi, yemeği hazırladı, okuldan dönen çocuklarının karnını doyurduktan sonra kapının önüne çıktı… Uzakta, masmavi ve gittikçe koyulaşan denizin dağlar ve bulutlarla bitiştiği yerde batmak üzere olan güneş büyük bir kızıllık oluşturmuştu. İlk günlerde burada kocasıyla otururlarken Pakize, bak, demişti, hani güneşin battığı yer var ya, işte oradan ötesi bizim memleket… Oraya, uzaklara bakarken gemi direklerinin üzerinde kırmızı bayrakları görmüş olmasa, kendini gerçekten Yunanistan’da sanacaktı. İnsan bazen neden böyle oluyor; bir an için nerede olduğunu unutur hale gelmişti… Birden kendi köyünde buldu kendini; anası, babası, kardeşleri, ev, uzun, geniş saçakları, sığırdan dönen mandalar, anasının yüzünü büyük bir hüzün olarak gördü, ah, anam, anacığım, bak o kıymetli kızın, o uzun belikli kızın nerelerde ve şimdi nerede oturuyor, burnunun direğinde bir sızlama duydu, gözleri yaşla doldu…

      Ölüm aklına gelirdi de şu “kaderin” kendisini bu hallere düşüreceği aklına gelmezdi, ama daha baştan belliydi, hiç ovadan Yaka köylerine bir kız gelin olarak kolay kolay gitmiş miydi? Böyle bir adet yoktu zaten; Yakadan ovaya kız seve seve, merakla verilirdi de ovadan Yakaya asla… Ama olmuştu bir kere; keşke görmez olaydım bu “kaytan bıyıklıyı…” Bu delişmeni…

      Yaka tarlaları, ovası, bizim oralar gibi değil; yağmur yağdıktan birkaç gün sonra gene yağmur ister, toprak çabuk kuraksar, çünkü kumsaldır, çakıllıdır, “kasnıktır…” Öyle bir yıl gelir,