Rahmi Ali

Bu Toprağın İnsanları


Скачать книгу

uzak yılların içinden biraz da hüzünle ve yarı sarhoşluk içinden sıyrılarak kendini temiz bir ortamda, ailesinin yanında, önünde kendisini bekleyen üstü beyaz kremalı pastasıyla buldu. Çatalını eline alarak pastasını hiç acele etmeden yemeye başladı; çocuklar, kremanın babalarının bıyığına bulaştığını görünce annelerini dürterek gülüştüler, Pakize çantasından bir mendil çıkarıp kocasına verdi, bıyıklarını sil güzelce, dedi; niye acele ediyorsun ki…

      Evleri yakın olanlar çoluk çocuk ana yoldan mahalle içlerine giden dar sokaklara girip kayboluyorlardı; çocukların ellerinde kırmızı küçük bayraklar, bazılarının ellerinde balonlar… Karşıda müşteri bekleyen dolmuşlar vardı, uzak semtlere gidecek olanlar dolmuşlara biniyor, bazıları biraz ötedeki taksilerin başında bekleşiyorlardı.

      Aziz, önündeki pastayı yedikten, “tuvalet hane”de elini yüzünü güzelce yıkadıktan sonra kasada parayı ödedi, çocukların yanına gitti, eğer canınız isterse size Kordonboyu”nda bir de “payton sefası” yaptırırım, dedi. Çocuklar sevindiler, aslan babamız, bizim dediler; Pakize de memnundu durumdan; gene de o “aslan” sözüne “bunun neresi aslan” der gibi dudak kıvırdı; meseleyi o anda sezen Aziz de kimselere çaktırmadan, sadece Pakize’nin göreceği bir şekilde bıyıklarını burdu, gülümsedi…

      Çoğu kez ailece çarşıya indiklerinde böyle yapardı, gider, çocukların da rahatça oturabilecekleri üstü yarı kapalı, tekerleklerin poyra ve dingilleri altın rengi, parmaklıkları renk renk boyalı, atları bakımlı, pırıl pırıl bir faytona binerler, Kordonboyu”nu boydan boya gezerlerdi. Çay evlerinin denize bakan oturma bahçeleri insan doluydu, kıyıda aileler, sevgili ya da nişanlı oldukları belli gençler ağır adımlarla volta yapar, denizi, denizde dalgalarla birlikte hoplayan kayıkları, daha ötelerde yolcu vapurlarının ardında suya dalıp çıkan yunusları seyrederlerdi.

      Şansları varmış, Aziz o her zaman “fayton sefası” yaptıkları faytoncuyla konuştu, bir tur atacaklarını söyledi, faytona yerleştiler, faytoncu, “deh” der demez atlar o alışık yürüyüşleriyle cadde boyunca ilerlediler, çocuklar gülüştüler, bakındılar, sevindiler, anne-baba da çocuklarının mutlu hallerine gördükçe mutlu oldular, daha sonra bir taksiyle evlerinin önüne vardılar. Eski püskü bir evin merdivenlerinde uyuklayan yanında bastonu, oldukça çökmüş bir ihtiyar, belini tutup “vay vay”larla içeri girdi, karısına, “bu yeni muhacir”e şaşıp kalıyorum, dedi, sanki tütün mağazası onun; bu Yunan onu buraya casus bir şey göndermesin? Karısı güldü, hadi hadi, dedi, iyice sapıtma; âlem senin yaşta Kemeraltı’na gidip alış-veriş yapıyor… Evine giden konu komşular, kadının dedesinin resmini anlata anlata bitiremiyorlar, bey miymiş, ağa mıymış; yani parasının hesabını bilmeyen biri…

      Aziz’in İzmir’in içinde en çok ziyaret ettiği bir yer de “Eskici Hüsko”; zaten bu ad, daha ilk gözüne çarptığında dikkatini çekmişti; bu “aretlik” olsa olsa bizdendir; diye içinden geçirdi. Aziz’in ayakkabılarının arkaları basık ya; yürürken ister istemez ayakkabıları daha çok sürtünüyor yere; doğal olarak da daha çabuk aşınıyor; o kösele ökçeler ne kadar sağlam olsalar da eskiyor, kopuşup gidiyorlar… Bir gün çarşının ortasında ayakkabının ökçesi bir Arnavut kaldırımı taşına takılıp kopmaz mı, ha şimdi, etrafına bakındı, tam karşıda eski püskü bir tabela gözüne çarptı: “Eskici Hüsko”; içinde tanıdık birinin evine ya da dükkanına gidermiş gibi bir duyguyla daracık kapıdan baktı, kolay gelsin usta, dedi, yolda kaldım, buna bir ökçe?.. Adam, çok işim var beyim, diyecek oldu, Aziz, iki ökçeyi kaça koyarsın, dedi, adam, gülümsedi, bir kösele parçasını göstererek, bundan olursa iki buçuk liraya olur. Aziz, al şu beş lirayı da hemen işe başla bakayım, çok acele bir işim var, adam kendisine şaşkınlıkla baktı, hadi hadi, dedi, beni fazla bekletme. Adam çaresiz, buyur otur beyim, dedi, ayakkabıları çıkarıp verdi, kendi de adamın karşısındaki küçük, alçacık bir sandalyeye oturdu.

      Daha sonra adamın sadece müşterisi değil, dostu da oldu, eskici de o kalabalık arasında nasıl tanırdı kendisini, elinde çekiç, fal çata, bir kösele parçası, küçük çiviler; bir gözü de hep dışarıda; bakalım bir tanıdık var mı? Bir bakarsın, “Aziz, Aziiiz; gel sana bir çay ısmarlayayım; Aziz gülümserdi; bir işin düştüğünde o çayın parası senden çıkıyor ya; hiç olmazsa muhabbet bedavaya geliyor…

      Bir gün uzun uzun anlattı hikâyesini: Hemetli’ye yukarı hudut köylerinden birindendi. Ne olur oralarda, Balkan patatesi meşhur, hayvancılık, keçi, Bulgaristan’dan kaçak tütün geçirme… Hayat zor, zor olmasına da hayatı asıl zorlaştıran o andartlık harbiydi… Abe, diyordu, sizin köylere hadi geceleri iki günde bir inerdi, andartlar, pılı-pırtı alırlardı, ekmek; o kadar… Bizim oranın, o dağların padişahıydı onlar, orada hükümet onlardı; her şey onlardan sorulurdu, onlardan izin alıp inebilirdik kasabaya ya da Şapçı’ya… Mekteplerimize onlar kumanda ederdi, müfettiş de bizden biri; Bulgaristan’dan defter, kalem getirir, kızanlara verirlerdi… Bizden de çok asker vardı onların tarafında; gönüllüler çok azdı da zorla silâhaltına alınanlar çoktu… Sabahları köyün düz yaylalarında durmadan talim yaparlardı, bir de mahkemeleri vardı, ne insanlar can verdi o “Maymundere’de, içi karanlık bir dere, idam edilenler oraya atılırdı, ta uzaktan bakardık o kartallara, gidip oradaki cesetleri paramparça ederlermiş, çobanlar anlatırdı… Bir gün nasıl oldu, anlamadık, önce tayyareler bombaladı bazı tepeleri, silah ve “olmo” sesleri duyuldu, “katır topu” derlerdi bazıları, andartlar huduttan öte kaçtılar, askeriye geldi. Başlarında iri yarı, “gulama” (büyük) bir zabit; köyün muhtarını çağırdı, bütün köye haber sal, dedi, köyü akşama kadar boşaltacaksınız, her şeylerinizi, eşyalarınızı, yiyeceklerinizi, hayvanlarınızı alıp başka köylere, ova köylerine gideceksiniz; bu köy, evler, damlar her şeyi yakacağız ki, bir daha bu andartlar buraya gelip yerleşmesinler, barınmasınlar… Haberi duyan herkes şaşırdı, kadınlar, çocuklar ağlaşmaya başladılar, fakat çaresi yok, katırlar, eşekler yüklendi, davarlar, sığırlar çıkarıldı, büyük bir gürültü, hayvan bağırışları, insan ağlamaları, çocukların korku dolu çığlıkları arasında yollar, patikalar, dereler tepeler insan ve hayvanlarla doldu… Aman Allahım, nereye gideceğini bilememek ne kadar kötü, çok daha aşağılardaki köylerin başında duruldu, bazıları gelip hısım-akrabalarına sahip çıktılar, biraz daha aşağılara, ova köylerine inildi; akşam oluyordu, oralarda da bazı sahiplenmeler oldu, en nihayet herkes kendine, hayvanlarına barınacak birer yer buldu…

      Bizim Şapçı’ya yakın bir köyde akrabamız vardı, olayı duymuşlar, bizi yarı yolda karşıladılar, doğruca köye götürdüler bizi, hayvanları büyük bir dama koydular, önlerine demet demet otlar verildi, davarlarımız da komşulardan birinin ağılına kapandı, birkaç ay sonra hayvanlarda bir hastalık; deme gitsin, millet perişan oldu, köylerde hizmetkârlık, çobanlık, kosağıcılık yaptı. Birçoğu da mademki yuvalarımız bozuldu, hiç olmazsa “asıl vatanımıza” kaçalım da bir daha bu zulümleri görmeyelim, dedi, hudut boyları insan doldu, birçok kişiyi huduttan geri gönderdiler, biz de o geri gönderilenler arasındaydık. Gittik, Şapçı’ya yerleştik, bir akrabanın evinin yanında boş bir ev varmış; sahibi Türkiye’ye daha önce kaçanlardan biri, oraya yerleştik. Bir ayakkabıcıya çırak olarak girdim, kafamda hep Türkiyecilik var ya; bu “sanatı” kısa zamanda kavradım, bir yıl sonra da işte bu gördüğün yerdeyim.

      Şimdi halime şükür, kızanlar mektebe gidiyor, karı bir mektepte süpürgecilik yapıyor, geçinip gidiyoruz işte; çocuklar da hallerinden memnun… Parklar var, yazlık sinemalar var –arada gülüyor- eee, sıcak “gevrek” var…

      (Papagos bu iç savaşı