bir düğme… Küpün ağzı açıldı, küçük bir kız çocuğunun gözleri renkli, oyalı bir çemberle bağlandı, şimdi ilk kısmeti çek bakalım, dediler… Kızlardan birkaçı ellerindeki kâğıda bakarak bir mani okudular, gülüşmeler oldu, birbirlerinin yüzlerine baktılar, göğüsleri henüz kabarmaya başlamış sarı saçlı bir kız, gözleri bağlı kızın elindeki kırmızı şeritle düğümlenmiş menekşe destesini görünce “aaa, bu kısmet benim diyerek desteyi aldı, yüzünde bir sevinç, gözleri yeni gelecek olan kısmete dikildi… Kızlar, maniler aracılığıyla gönüllerinin hoşnutluğunu yaşıyorlar, yaşadıkları gençlik aşk ve heyecanlarını arkadaşlarıyla paylaşıyorlar, burada yaşananların, söylenenlerin yine kendi arkadaşları tarafından yeri geldiğinde delikanlılara aktarılacağını düşünmeleri bile kendilerini aşırı derecede heyecanlandırıyordu…
O sırada, Hayriye, sırtında yeni feracesi, pembe bezi ve siyah, parlak ayakkabılarıyla gelerek koynundan karışık bir çiçek destesi çıkardı-mevsim çiçeklerinden derlenmiş bir buket- razı gelirseniz ben de kısmetimi çömleğin içine bırakayım, dedi. Kızlar güldüler, ay Hayriye Abla, ne şakacısın, at tabii, bir de senin kısmetine bakalım nasıl bir mani çıkacak; bir de onu görelim, dediler… Çömleğin içinde birkaç “kısmet” kalmıştı, küçük kız elinde bir deste tuttu, şöyle bir mani okundu:
“Şalı döktüm direkten,
Seviyorum yürekten;
Çok bekledim be yârim,
Gelmedin sen mektepten.”
Kız elindeki desteyi gösterdi; mavi bir ibrişimle bağlanmış çeşit çeşit çiçekler… Kızlar gülüştüler, Hayriye de güldü, küçük kapıdan çıkarken içine bir hüzün çöktü, gözleri nemlendi.
Çınarın altında bazı kadınlar vardı, küçük çocuklardan bazıları kaynayan gölle kazanının başına toplanmıştı, bir erkek çocuğu salıncağın ipine tutunmuş, ilk önce ben sallanacağım, diye sızlanıp duruyordu… Kapıları önüne çıkan bazı yaşlı kadınlar altlarına birer şilte ya da pösteki atarak, boyunlarında yün iplikler, yarım kalmış çoraplarını örüyorlar, kazanın başında telaşlanan genç kadınlara bakıyorlardı. Yollarda gelenler vardı, hala kapanan tahta kapı sesleri duyuluyordu.
Yakın Rum köylerinden gelen yaşlı bir simitçi, tablasını derenin kıyısındaki söğüt ağacının altına yerleştirmişti. Başında birkaç çocuk… Hayriye oradan evine gitti, okul çocuklarının “öğle paydosuna” çıkacakları sırada çınarın altına aynı kıyafetiyle geldi. Okuldan çıkan bazı çocuklar, kurulmuş olan sofraların başına geçtiler, derince, büyük bir kabın içinden kaşık dolusu gölle yediler, bazıları salıncağın yanına koştular, abla ve annelerinden kendilerini sallamalarını istediler…
Hasan, okulun bahçe kapısında durdu, bir süre çınarın altındaki kalabalığa, sofralarda gölle yiyen çocuklara, salıncakta sallananlara baktı. Hayriye salıncağın yan tarafında, ayaktaydı, tam Hasan’ın yola çekildiği anda salıncağa bindi, kadının biri kendisini biraz salladı, Hayriye daha sonra kendi vücut hareketleriyle salıncağı öyle bir uçurdu ki, başı çınarın bazı dallarına dokunmaya başladı… Durmadan sallanıyor, havalarda uçuyor, hemen herkes kendisine biraz hayranlık, biraz korku, biraz da şaşkınlıkla bakıyordu… Hayriye’nin gözü sanki bir şey görmüyordu, bu dünyada değilmiş gibi bulanık düşünceler içindeydi; o an düşsün, yaralansın, bayılıp kendini kaybetsin, istiyordu. Hasan işte böyle, o halde görmeliydi kendini, başına gelip titremeliydi, saçlarına bulaşan kanı görmeliydi… Hasan, damın duvarına sırtlarını vermiş delikanlılarla konuşurken bir yandan da Hayriye’ye bakıyordu. Hayriye ne yapmak istiyordu, sonra Hayriye birden yavaşlattı salıncağı, indi, hiç kimselere bir söz etmeden oradan ayrılıp evine doğru yürüdü, Semerci Recep’in küçük gelini bir tas gölle alıp tam harem kapısında ardından yetişti, ne oldu, Hayriye, dedi. Hayriye, çok kötü oldum, dedi… Evde biraz yatıp dinleneceğim…
Bir gün okulun bahçe kapısında Hasan’la karşılaştıklarında, Hasan: “Hıdrellez günü o yaptıkların neydi öyle, dedi, yüreğim ağzıma geldi, o gece gözüme uyku girmedi, Hayriye, ay, sen beni düşünür müydün öyle, dedi, gözleri yaşla doldu. Hasan gözleri yerde, yuvasına yiyecek taşıyan bir karıncaya bakıyordu, başını kaldırdı, Hayriye’ye baktı, aklına söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu; sadece: “Sen beni her zaman böyle, çok sevdin,” diyebildi.
Semerci Recep’in büyük oğlu Arif erkenden kalkıp hazırlandı, bir bardak süt içti, at arabasını koşup ovaya gitmek için kapıdan çıkmak üzereydi. Haşlamalar ekilmiş, iki elti kalburculu haşlama tenekeleri koltukaltlarında, Çaybaşı’ndaki haşlamalığa yaya olarak gidip haşlamaları suluyorlardı ve tohumlar da sanki çimlenmek üzereydiler. Arif, hem haşlamaları, hem de ekin, yonca ve çayırları görmek istedi, babası, saçağın altında sürgünün eskiyen bazı yerlerini onarıyordu; ben olsam şimdiye kadar on kere gider, bakalım, ne var, ne yok, diye kontrol ederdim, dedi. Arif, baba, sen kendini yorma, biz kardeşimle yeni bir sürgü yapacağız, dedi, bu sürgü çok eskimiş. Recep, hazır gitmişken, bademliğe de bir göz atıver, dedi, baksana, buradakiler nasıl top top çiçek açtılar… Arif, tamam baba, dedi atı hafifçe kamçıladı.
Yol kıyılarındaki otlar yeşermiş, kısa boylu sarıçiçekler yol boyunu süslemişlerdi. Güvemler, tek tük erik ağaçları bembeyaz çiçek açmıştı. Badem çiçekleri ise yeni yeni yeşermeye başlayan yapraklar arasında artık göze çarpmaz olmuşlardı.
Güvemlerin çiçek açtığını gören Arif’in içine önce bir sevinç düşmüştü ama evdeki tütün denklerinin (istif) tüccar tarafından hala kaldırılmamış olması aklına gelince birden canı sıkıldı. Denkleri tekrar elden geçirmek lazımdı, çünkü bu tütün denilen “illet” hemen küfleniveriyordu. Birden eski tütün satışları, ardından “tütün kalkımları” geldi aklına, şu çocukluk, dedi içinden, her şey nasıl neşeli, her şey nasıl geliyordu kendilerine…
Köylerde, motorlu vasıtalar ancak tütün tüccarları tütün almaya geldiklerinde, bir de “tütün kalkımlarında” görülürdü. Köye “tütün satımları başlamış” haberi geldikten birkaç gün sonra çınarın altına birbirine benzer iki üç otomobil gelirdi, içlerinden düzgün kıyafetli, ayakkabıları boyalı, Fransız beresi giymiş, parlak meşin çantalı adamlar çıkardı. Köydeki tütün simsarları zaten onları beklerdi, sonra oradan ayrılıp kahvelere ve bazı simsarların evlerine giderlerdi… Köyün erkeklerinde büyük bir telaş başlardı, kahveden kahveye, evden eve koşuşup dururlardı, tütünleri ucuz gidenler üzgün bir şekilde evlerine dönerler, iyi bir fiyata verenler oldukça keyifli görünürlerdi. Haftayı geçmez, koskoca “hamal kamyonları” gelirdi çınarın altına, evlerden denkler taşınırdı. Bazı haremlerden alınıp omuzlarda kamyonlara taşınan denklerden “göbek verip” patlayan, dağılanlar olurdu. Babaları (Semerci Recep) işini bırakır, ben Cura Salimlere gidiyorum, derdi, denkleri bir elden geçirip sicimleri yeniden sıkıp bağlayacağım; “fukara” beceremiyor, her yıl birkaç dengi daha yolda dağılıp gidiyor; tamam mı?
Güneşli bir mart günü, erken erken “Koca Çınar”ın oraya, derenin kıyısına arka arkaya iki “hamal kamyonu” geldi, yanaştı; önce hamallar atladı yere, sonra şoförler ağır hareketler ve bembeyaz çiçekler açmış erik ağaçlarına merakla bakarak çınarın altındaki banka doğru ilerlediler… Evleri yakın bazı mahalleliler, iki tütün simsarı da oradaydı, biri elinde liste, yakın evlerin birinin harem kapısından içeri girdi. Tamam mı Şerif Aga, her şey hazır mı, tamam dedi içeriden bir ses, sonra gençten biri omzunda düzgün, çulları yeni, sicimle sımsıkı