boya sandıkları pırıl pırıl parlardı, karşıdaki kahvenin önünde güzel havalarda müşteriler oturup kahve içerlerdi… Yine o ses geldi kulağına, baktı o oldukça esmer, gür bıyıklı boyacı, bey aga gel boyaaayım; fırçayı da sandığa vuruyordu… Canına yandığımın Çingene’si, bu kalabalıkta nasıl gördün beni; ayağını sandığa uzatır, boyacı durmadan bir şeyler söylerdi, parayı verirken aga, derdi, bu çizmeler eskiyince sakın atma, bir de bu fakir giysin böyle çizme; bakar gülerdi boyacıya, oradan ayrılırken ne diyeceğini bilemezdi; yav, bu Çingene benimle dalga mı geçiyor yoksa…
Kalabalık, pamuk pazarı, tavuk pazarı, Açık Köprü, lokumlar, leblebiler, tat agacığım, bu tavuklar her gün yumurtlar beyim, bir tuhafiyecinin kapısı önünden geçerken başını döndüren gül kokusu, daha yolda kollarını sıvamaya başlayan cami müdavimleri, birazdan okunan öğle ezanı… Ne güzel bir ses, hoş geldin Recep Efendi, aaa, bu bizim Abacı Niko, ah vre Recep, ne dersin sen, bizim bir aba dokuma fabrikası vardı İzmir’de, şimdi de hazır alıp satıyoruz burada, derin bir ah çekerdi geçmişe özlem dolu… Oradan Kapalı Köprü’ye geçerdi… Karşılıklı, içleri pazen kokan küçük küçük dükkânlar, hanımlar buyurun bakalım, ne istediniz, esnafın bu sözlerine annelerinin feracelerinin ucundan çekeleyen küçük çocuklar şaşkınlıkla bakarlardı, anne hadi, canım sıkıldı, dur bekle biraz; baban daha odunları satmamıştır… Oradan çıkar, tam “kanara önünde” bulurdu kendini, karşıda o daracık meyhane, gider, bir ellilik içerdi dört köfteyle, köfteler acı olurdu hep, biraz piyaz, doru atını daha fazla bekletmek istemez, köye dönerdi…
O küçük zil uzun uzun çaldı, ardından bir düdük sesi; okuldan top gibi bir gürültü dağıldı ortalığa, kuşlar uçuştu, gübreliklerdeki tavuklar kaçıştı, beş on çocuk köprüden geçerek sokağa girdiler… Tam Semerci Recep’in yanından geçerlerken içlerinden biri çantasını yolun ortasına fırlattı, ikisi semerin başına gelip bir süre baktılar… “Hasan”… Ne oldu Recep Dayı, yine babama selam mı söyleyeceksin, evet, öyle de; söyle ona bir yolunu bulup seni okutsun, çocuk gülerek kaçtı yanından, uzaklaştıktan sonra, tamam, söylerim, dedi.
Az sonra, haremdeki fırından yanan pırnar çıtırtıları geldi, dumanlar havada döndü, dolaştı, ekmek kokusu, derken saçağın önünde birden Kalaycı İbram’ın eşek talikası durdu. İki kadın, üç çocuk indi talikadan, kalaysız tencere tava ve kazanlar indirildi, yarım saat içinde teşkilat kurulup içerdeki körük derin soluklar alıp vererek ateşi körükledi. Birazdan, kadınlardan genç olanı büyük bir bakırın içine kum dökerek, biraz da su, bir bez parçası, sonra yalınayak içine girip odanın alçak kolçağına iki eliyle tutundu, bir sağa bir sola kalçasını döndürmeğe başladı, bakırın dibini temizleme işini sürdürdü… Semerci Recep kadının bir sağa bir sola kıvrılan dolgun kalçalarını biraz da zevkle izlemeğe başlamıştı… Haremden çıkıp gelen karısı, elinde üzerine tereyağı sürülmüş bir dilim taze ekmekle sessizce yanına geldi. O da hala kalçalarını bir sağa bir sola döndürmekte olan kadına bir süre baktıktan sonra: Nasıl da bulursun böyle yerleri, dedi, kısmet, baykuşun ayağına gidermiş, diye boşuna söylememişler… Recep karısına kızar gibi yaptı, sen de insanı hep böyle günaha sokarsın, dedi.
Türkiye’ye kaçışından tam altı ay sonra Aziz’den mektup geldi… Gittikten sonra kendilerinden doğru-dürüst bir haber alınamadı, olmadık söylentiler; yok önce Diyarbakır’a sürmüşler onları, kendilerine ev, tarla vermişler, karısı, ben buralarda duramam, demiş, çocuklar günlerce ağlamışlar… Bu söylentiler ve “acaba ne oldular, ne yaptılar” düşüncesi Semerci Recep’i içten içe kemirip üzüyor, arada, acaba ne yaptılar, ne oldular, diye soran karısını, ne bileyim ben, diyerek sertçe azarlıyordu…
Tam kuşluk vakti, şapkası, postacı kıyafeti ve oldukça büyük meşin çantasıyla bisikletini elinde yürüten postacı hayıt ocağının ardından çıktı… Şişmanlıktan güçlükle yürüyordu; durdu, çantasından çıkardığı postacı borazanını uzun uzun öttürdü… Derenin içinde bir kemik parçasıyla telaşlanan iri bir köpek, korkudan havladı, kuyruğu apış arasında oradan uzaklaştı… Köyün üstünde ağır ağır uçan iki leylek birden yön değiştirerek güneye, ovaya doğru gittiler… Karşıda, Kahveci Nedim de temizlik yapıyor, masa ve sandalyeleri dışarı çıkarıp siliyordu. Postacıya doğru baktı, kimselerin duyamayacağı bir sesle, öttürme şu meret boruyu, dedi, Bulgar duyacak da gene gelecek buralara, bu arada postacı doğruca çınarın altına gitti, orada oturan yaşlıların başında durdu. Kadınlar, “Posta Günü” olduğu için yine Pekmezcinin damın altına toplanmışlardı, gidip postacının başına üşüştüler. Postacı biraz soluklandıktan sonra saçağın önündeki kütüğün üzerinde oturan Semerci Recep’e seslendi: Söyle familyada, hazırlasın bir tas ayran, çok susadım, dedi… Sana Smirni’den (İzmir) mektup getirdim… Semerci Recep’in altı aydan beri arkadaşı yüzünden içinde gittikçe büyüyen o “sıkıntı yumağı” şimdi bir “merak yumağı” haline gelmişti. Dizlerine dayanan torununa, hadi koş, git al o mektubu, dedi, sonra iç kapıya dönerek büyük gelinine seslendi: Kızım, anana söyle bir tas ayran hazırlasın, postacıya götürüver, dedi gülümseyerek; bu adamlar rüşvet vermezsen bir iş görmezler insana…
Zarf açıldı, içinden bir resimle birlikte küçük kareli, saman rengi bir kâğıda yazılı kargacık-burgacık bir mektup çıktı… Resim bir saat kulesinin önünde çekilmişti… Resmin ardında bir yazı: “Konaktaki Saat Kulesi” önünde çekilmiştir, sizlere bir hatıra… Semerci Recep, karısı, iki gelini ve torunları resme merakla bakmaya başladılar… İki çocukları ortada, onların sağında ve solunda Aziz’le karısı… Aziz’le çocukların kılık kıyafetlerinde pek bir değişiklik yoktu… Sadece Pakize’nin kılığında büyük bir değişiklik… Sırtında bir manto, başında da çiçekli bir eşarp, bir bukle saç alnının üstüne düşmüştü… Hepsinin gözleri yaşarmıştı, Semerci Recep’in karısı, bu şimdi bizim Pakize mi, dedi, adam, yok, dedi, Aziz oraya gider gitmez karıyı değiştirmiş; o işte, görmüyor musun, sen de durmadan maytap oynarsın benimle, dedi kadın; gelinler; anacığım, dediler, orada ferace giyecek değil ya… Pakize Teyze işte… Ne çileli kadınmış dedi, kadın, ovadan yakaya geldi, tütüncü karısı oldu; tam on dört sene çocuğu olmadı, şimdi de o uzak yerlerde “atalan” dur… Hüngür hüngür ağlamaya başladı… Semerci Recep karısına ters ters baktı, mektubu ellerinden aldı.
Aziz’in Latin harfleriyle yeterli derecede okuma-yazması vardı ama –ihtimal mektubu herkes okuyamasın diye- eski yazıyla yazmıştı. Kaçış maceralarını kısaca özetledikten sonra, İzmir’e yerleştiklerini, gurbete ister istemez alışmaya başladıklarını, zorlukların her yerde olduğunu, iyi ve kötü insanların da her yerde bulunduklarından söz ederek selamlarını gönderiyordu. Pakize’yle de başım belada; sanki buralara alışamayacak gibi bir hali var… Çocuklar iyi, sanki burada doğup bu yaşa gelmişler gibi… En çok köpekle kediyi anıyorlar… Merak etmeyin, dedim, Recep Amcanız onlara bakar… Hay gidi Aziz hay, diye içinden geçirdi Recep, hüzünlendi, gözleri yaşardı…
Semerci Recep’in büyük gelini Saniye –mahallenin Saniye Ablası- o sabah erken uyandı, mahalle kızlarının akşamdan topladıkları mısırlar bütün gece suda durmuş; onları kaynatıp gölle yapmak için çınarın biraz ötesindeki dere kenarına kazan kurmaya gidiyordu. Kocası, daha akşamdan sağlam bir “demet urganı” alarak, çınarın uygun bir dalına salıncağı kurmuş, sallanacak kişilerin rahatça oturmaları için alta bir şilte konmuştu. İki yakın komşusu da kendisine yardıma gelmişlerdi. Köşeli, düzgün taşlarla ocağı hazırladılar, kazanı güzelce yerleştirdiler, önce kuru çırpıları alta, üstüne