tedavi ettireceğim Almatı’ya götürüp. Yeter ki ümidini kesme, hayattan bezmiş gibi konuşma!”
“Sanıyorum ondan bir şey çıkmaz. Biliyorum artık bittim, tükendim. Çok az günüm kaldı, bunu hissediyorum. Fakat aklımı sürekli meşgul eden safra gibi acı gerçeği sana söylemek için ne kadar yeltensem de cesaret edemiyor, sana ulaşamıyorum. Bu düğüne ünlü Akademi üyesi olan senin geleceğini duyduğumda çok sevindim, sabırsızlıkla bekledim. Yanarak sönmek üzere olan azıcık yaşamımda sana bu sırrımı açmazsam daha ecelim gelmeden patlar, ölürüm. Öldüğümde de öbür dünyada huzurum olmaz.”
Bu adam konuşmayı ne yöne çekiyordu? Kalbim ağzıma gelmişti, üşümeye başlamıştım. Onun da rengi atıp bembeyaz olmuştu. Epey terleyince, cebinden mendilini çıkarıp alnını sildi.
“Hemen konuya geçeyim. Ben, Şarbankül’ü kimin öldürdüğünü biliyorum!”
“Sen ne diyorsun?” diye bağırarak adamın üzerine yürüdüm. “Ne dediğinin farkında mısın canavar seni, hayvan! Neden bugüne kadar söylemedin, korkak şey!” diye derhâl ter içinde kalan incecik boğazına yapıştım, iki elimle sıkmaya başladım. “Kim o? Canını almadan söyle.”
Söylemezse ve boğazını biraz daha sıkıversem yere yığılıvereceği kesindi.
“Bal kabağının içini temizleyip mum yakarak pencereden içeri sokanı, Şarbankül’ü korkutan insanı tanıyorum!”
“Nasıl da bu kadar zalim olabilirsin Abu!”
“Gürültü kopup hepiniz Şarbankül’ün yanına koştuğunuzda ben sıkışmış, dışarı koşmuştum. Yurdun arka tarafından koşarken karşıma çıkıverdi.”
“Kim, kim o?”
“Kim olabilir ki? Navan! Şu bir üst sokakta oturan Navan var ya? O. Elindeki fileto bıçağını boğazıma dayadı. ‘Beni gördüğünü söyleyecek olursan şu bıçakla kafanı keserim. Ölecek bile olsan kimseye söyleme. Söylemeyeceksin değil mi?’ dedi. ‘Söylemeyeceğim.’ dedim korktuğumdan. O, aşağı sokağa doğru koşarak uzaklaştı. Yurda girdiğimde Şarbankül’ün baygın bir hâlde yattığını, odada gürültü koptuğunu gördüm. Bugüne kadar bir kişiye dahi söylemedim. Şarbankül’ün vefat ettiğini öğrendiğimde büyük bir günahkâr olarak hissettim ve okulu bırakıp buraya gelerek işe girdim. Sizinle görüşmelerden kaçtım hep. Yakalandığım hastalığın sıkıntısını tam tamına kırk beş yıldır çekiyorum. Öbür dünyada Şarbankül’le karşılaştığımda ona hangi yüzle bakacağım? Seni bir defa görebilmeyi, hepsini anlatabilmeyi istedim. Neden susuyorsun? Neden şu bedbaht adama küfürler yağdırıp dövmüyorsun? Beni kanlar içinde bırakmalısın. Öldürüp Kargalı Nehri’ne atmana da razıyım. Neden konuşmuyorsun?”
Boğazına yapışmış parmaklarımı zar zor açtım ve nemlenerek yumuşayan avucumu ağaca sürterek sildim. Nefes almakta zorlanıyor, öksürerek patlayacak bomba gibi titriyordu.
Gökyüzünde ise yarım ay gizlice bakıyordu. Ağaçların hepsi uğulduyordu. Nehir de kızarak dolup taşmaya başlamıştı. Dağ da simsiyah, ölmüş kısır deve gibi çöküktü. Dilim ağzıma sığmıyordu. Nefes almakta zorlanıyordum. Boğazım kurudu ve dilsiz gibi ses çıkaramadım.
“Nariman elveda, ben gidiyorum. Ben vereme yakalandım. Yediklerimi sindiremiyorum, iki gündür bir lokma bir şey yemiyorum. Yemek yiyemiyorum. Fazla yaşamam, sönmüş, ebediyen sönmüş bir insanım. Utancımdan yanıyorum, ölmek üzereyim. Beni affetmeyeceğini biliyorum.”
Ayaklarını zor hareket ettirip iki adım attıktan sonra arkasını döndü.
“Ha, şu soytarı, cani Navan’a birkaç kez pazarda rastladım. ‘Aferin’ diye sırtımdan sıvazladı her gördüğünde, cebime para attı. O soytarı etkisi altına alır beni hep. Ben böyle şerefsiz biri oldum, alçak biriyim. Bir kuruşluk değerim yok. Şarbankül öldüğünden beri içimde geçmeyen bir korku mevcut, geceleri ürkerek kalkarım. Bir bıçak boğazıma dayanmış duruyor sanki. Tek canlı şahit benim. Bugünden sonra birkaç gün rahat uyurum belki. Navan köpeği korksun, o ürksün. Gidiyorum, elveda!”
Arkasını döndü, elindeki değneğin tık tık sesleri eşliğinde, zar zor yürüyerek karanlığa karışıp kayboldu. Ben, çakılmış kazık gibi kalakalmıştım bulunduğum yerde.
“Köpek oğlu köpek seni! Öyle değerli, altın gibi bir kızın hayatını nasıl karartırsın, ömrünü nasıl kısaltırsın!”
Üzüntü ve pişmanlık iç dünyamı paramparça etmişti. Hayat dediğimiz, üzüntü, pişmanlık ve özlemmiş meğer.
“Şarbankül’cüğüm, güzelim benim. Ay karanlığında kaybettiğim cevherim benim! Hızla geçen yaşam silsilesinde senin yerin bambaşkaydı, ne yapabilirim? Jenis’le her görüştüğümüzde senden söz ederdik. Sonradan o yükselerek Degeres Sovhozu’na başkan oldu, en hızlı koşu atlarını yetiştirerek ünlü at eğiticisi unvanını kazandı. Altına soylu at binip geniş saray gibi sekiz odalı ev yaptı. Kimsesiz büyümüş zavallı obur değil mi, sovhoz malına elini bolca sokmuş. Ona dava açıldığında yardım elimi uzattım. İlk eşiyle anlaşamadı, ikincisi vefat edince görevinden de oldu, huzuru kaçtı. Bir derinin altında insan, bin defa şişip bin defa iner. Bundan üç yıl önce beklenmedik anda kalp krizinden hayatını kaybetti.” diye düşünmüştüm.
Navan adlı bir üst sokakta oturan soytarı delikanlı, okulu erken terk etmişti. Sonrasında üçkâğıtçı olup çıkmış, Çankayşi denen bir takma adı da varmış. Grup kurup çocukları rahatsız edermiş. Gençliğini sürekli hapiste geçirdiğinden pek görünmezmiş. Geçen sonbaharda at yarışında rastladım. Aynı yılışık hâli, iki yanağı olgun elma gibi kırmızı, gümüş dişlerini parlatıp yüksek sesle kahkaha atıyordu.
“Abu, hepsini anlattı. Senin cani olduğunu biliyorum artık. Korku artık sana geçecek ve gölge gibi peşini bırakmayacak. Sen de o korkudan ödün patlayıp öleceksin. İntikam almak artık benim boynumun borcu!” deyiverdim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.