Nağaşıbek Kapalbekulı

Kuş Kanadı


Скачать книгу

hastanesinde bulunduğuna bir türlü inanasım gelmiyordu. Hangi zalim, hangi kalpsiz onu korkutup bu durumlara düşürmüştü acaba? Hangi acımasız onun gül gibi güzel gençliğini soldurup yok etmek istemişti?

      Mektubu iki-üç defa kalbim sızlayarak üzüntü içinde okuyup ağladıktan sonra, sıcak ve içten sözlerimi esirgemeden cevap yazdım. Onun mektubunu ne yırttım, ne de yaktım. Valizimin bir köşesine sakladım. İlkbahara doğru kareli defterin iki yüzüne çizilmiş iki resim gönderdi. Bir tanesinde kaşları çatık, sakallı ve bıyıklı esmer ihtiyar adam. Diğerinde ise gömlek yakası yayılmış, kısa saçlı, kepçe kulak, zayıf çocuk. O, bendim. Kendimi hemen tanıdım. Gözümün altındaki bene kadar aynen çizmişti. Basit bir dolma kalemle yapılan resmi durmadan inceliyor, bakıyordum.

      “Bu benim dedem. Ben annemle babamı üç yaşımda yitirdim ya, yedi yaşıma kadar işte bu dedem, annemin babası baktı bana. Daha sonra o da rahmetli oldu. Annemin ve babamın resmini yapamıyorum, sadece rüyama sık sık giriyorlar, daima ellerini sallayıp beni kendilerine çağırırlar. Ben yoruldum. Bittim. Nariman, resmini benzetemediysem kızma bana, yine yaparım.

      Sen büyük ve yakışıklı bir delikanlı olacaksın. Kalbinde nur var senin. Biricik kardeşim, Jenis ağabeyime göz kulak ol, dostundur. Göklerde uçarak gelip yerlerde sürüne sürüne ağlayarak gitti. Çok üzüldü canım ağabeyim. Hüznünden içi ağlıyordur bedbaht kardeşimin. Sen akıllısın, neşelendir onu. Senin de resmini çok yaptım, Jenis’in de… İsagulov Hocanın, Almabek dedenin, Aynaş’ın hepinizin resminizi çiziyorum. Yaptığım resimlere herkes ağzı açık, hayretle bakar. Bana ise karalama gibi geliyor. Nariman, şu soytarıyı, beni gece korkutarak bu hâllere düşüren zalimi sesinden tanıdım! Görüştüğümüzde söylerim sana. O çocuk bana göz koymuştu, sürekli peşimdeydi. Kaçıracağını söyleyip tehdit ederdi beni. Sürekli uzak dururdum ondan. Yanıma yaklaşmamasını söylemiştim. Öyle inat olsun diye yapmıştır. Bunu öğrenirse Jenis onu öldürür. Ona söyleme! Zaten zor durumlarda yüksek dağ gibi aslanım benim! Yeter ki o sağ salim olsun, sen sağ salim ol!”

      Bu mektuptan on gün kadar sonra, Şarbankül’ün vefat ettiğine, ağabeyi Jenis’in onu hastaneden alarak Degeres’teki annesiyle babasının yanına defnettiğine dair soğuk bir haber almıştık. Bu haberle kıyamet kopmuştu. Sanki kalbimi dilim dilim kesmişler gibi kan ağlamaya başladım. Aynaş başta olmak üzere, bütün kızlar kötü bir rüya görmüş gibi sızlayıp gözyaşlarını akıttılar.

      Jenis’e, Korday’da meslek okuluna devam eden dostuma, kemiklerim sızlayarak, acıklı ve özlemle dolu hem ağıt, hem taziye mesajı nitelikli bir mektup yolladım.

      Yazın ikimiz Degeres’te buluştuğumuzda birbirimizi sakinleştiremeyip ağlaya ağlaya Şarbankül’ün mezarını ziyaret ettik. Ardından yayladaki uzak bir akrabasının evine gidip geceyi orada geçirdik. Orada da gece gündüz gözlerimizden yaş eksik olmadı, altın gibi parlayan, melek suretindeki kardeşimiz hakkında konuşmakla, özlemimizi dile getirmekle geçirdik zamanı.

      “Nariman, Şarban’cığımı ürküten insanı bilseydim intikamımı alıp rahatlardım! Sen onu öğren, çocuklar biliyorlar, ama korktuklarından söylemiyorlar! Şarban’cığımın tertemiz ruhu huzurunda yemin ederim. O caniden mutlaka intikamımı alacağım! Yeter ki sen onu bul, gerçek dostum olduğun doğru ise!” dedi vedalaşırken baş başa kaldığımızda.

      Peri kızı gibi olan Şarbankül’cüğüm kızların en güzeli idi! Ne yazık ki yaşamı çok kısaymış ve bizimle birlikte kalamayıp ebediyen serap gibi uçup gitti.

      Bu olayla ilgili İsagulov’u çok uğraştırdılar, sonunda okul müdürlüğü görevinden aldılar. Almabek ihtiyar da az kalsın cezai sorumluluğa tabi tutuluyordu, ancak savaş gazisi olduğu dikkate alındı, sadece görevinden oldu. Abu, böbreğinden rahatsızlandığından Uzunağaç’ta tedavi oldu. Hastaneden çıktıktan sonra Kargalı’daki kumaş fabrikasına işe girdi. Milis ve İsagulov başta olmak üzere, hepbirlikte suçluyu ne kadar arasak da hiçbir netice alamadık.

* * *

      Düğünün onur konuğu niteliğinde başköşede oturuyordum. Elindeki uzun değneğe dayanan, kuru ve zayıf, esmer bir yaşlı adam titreyerek yürüyüp yanıma geldi ve:

      “Nariman merhaba.” dedi.

      Bir yerlerden hatırlıyor gibiydim. Uçurum dibindeki bulanık su misali olan nemli gözleri nereden gördüğümü hayretle hatırlamaya çalışırken, o söze girdi.

      “Galiba beni tanımadın. Ben Abu… yatılı okuldan.”

      “Ya Abu nasılsın?” diye sevinçten ne yapacağımı şaşırdım.

      “Emekli oldum. İki dizim yürümemi zorlaştırıyor, böbreklerim rahatsız ya eskiden beri. Gördüğün gibi değnek kullanıyorum.” diye hemen tüm hastalıklı insanlar gibi hastalıklarını saymaya başladı.

      “Hey gidi günler hey. Görüşmeyeli ne kadar oldu acaba?” dediğimde cevabını o verdi.

      “Tam tamına kırk beş yıl geçti. Kırk beş yıl! Çocuklarıma seni anlatıp seninle aynı yurtta kaldığımı, arkadaşım olduğunu söyleyerek övünürüm. Ben artık evime döneyim. Hastayım ya, duramıyorum.”

      “Şu duruma bak, Abu seni de göreceğim gün varmış çok şükür. Beklesene Abu, gerekirse hastalığını profesörlere söyleyip muayene etmelerini sağlayayım. Sağlıktan daha önemli ne olabilir ki?”

      “Hadi beni kapıya kadar geçir.” diye yalvarır gibi istedi iki eliyle değneğine dayanıp ayakta zor duran mecalsiz adam.

      “Hadi gidelim!”

      O, köstek vurulmuş at gibi yalpalıyor, ofluyor, derin ah çekiyor, nefes nefese kalıp zor hareket ediyordu.

      Kargalı Nehri’nin kenarından aşağı doğru inmeye başladık. Meyvelerin olgunlaştığı yazı andıran sonbahar mevsimiydi. Kıvamına gelmiş elmanın ekşimsi kokusu burnu ferahlatıyordu. Dağdan saç okşayan, bedeni yumuşacık sıvazlayan, mis kokulu hafif bir rüzgâr geliyordu. Vadi dibinde köpükleri fışkıran nehir, ayna gibi tertemizdi. Sıra sıra dizilen kavaklar dimdikti, başını kaldırıp bakacak olursan börkünü düşürecek kadar çok yüksekti. Yaprakları fısıldayarak insana huzur veriyordu. Nehrin kenarındaki, dağın eteğindeki hava ne kadar temizdi. Solumaya doyamayacağın kadar hoştu. Moral yükselten, huzura kavuşturan bir büyüleyicilik… Canın huzuru.. Yerin cenneti dedikleri bu olsa gerekti. Almatı’nın dumanında boğulan, kurşun yutarak nefes almakta zorlanan şehirliler bunun değerini iyi bilirdi. “Keşke bir an önce emekli olsam da dedelerimin kutsal mekânı olan şu acayipistana, bu köye ev yapıp taşınsam! Şuracıktaki başına sarık sarmış bilgeler gibi görünen dağlar göğüslerini gere gere yükseklere tırmanıyorlar. Büyük ülkenin dağları da büyük olmalı.” diye düşünürken…

      “Nariman! Narimancığım.. Sana söylemem gerek bir şey var!”

      Soluk soluğa kalan arkadaşım Abu, değneğine dayanarak tir tir titriyor, düşecekmiş gibi ayakta zor duruyordu.

      “Evet, nedir Abu’cuğum!”

      «Nariman’cığım! Nariman! Sana bugün söylemezsem olmaz. Karşılaşmamız ne kadar isabetli oldu.”

      “Dinliyorum, Abucuğum! Söylediğin her şeyi yerine getirmeye çalışacağım.” diye boynumdaki kravatımı gevşetip rahat bir şekilde gerildim. İçime bir ferahlık gelmişti, çok keyifliydim.

      “Hey Abu, yerin en muhteşem köşesi burasıdır! Ne kadar solusan da doyulmayan Kevser gibi havası ne kadar muhteşem! Yeşile bürünmüş kutsal dağları ne kadar güzel! Masmavi berrak suya sahip, at geçirmeyen kızgın nehri ne kadar çekici! Tutup dayandığında kurumuş değneğini bile yeşerten toprağı ne kadar