Nağaşıbek Kapalbekulı

Kuş Kanadı


Скачать книгу

tanıyor musun? Yüzlerini gördün mü?”

      “Karanlıktı, çıkaramadım.”

      “İki kişi mi, üç mü?”

      “Üç kişi gibi. Ya da iki miydi?”

      “Hey eşek beyni yemiş beyinsiz! Hadi anlat, yoksa canını alırım. Kimler onlar?”

      “Zifiri karanlıktı. Fark etmedim. Üstelik çok sıkışmıştım.”

      “Sen görmüşsündür, anlat hadi!”

      “Bilmiyorum Hocam, çok karanlıktı. Takır tukur kaçıp kayboldular.”

      “Eyvah, Şarbankül kaçtı!” diye Aynaş bağırarak çığlık attığından titreyerek yerimizden kalktık.

      “Allah korusun! Ne diyorsun?” diyen Almabek, elindeki sopasını yere düşürdü ve iki defa yerinden kalkmaya yeltense de kalkamadı.

      Hepimiz dışarıya koştuk. Yurdun kapısı sonuna kadar açılmıştı. Dışarısı süt rengini almıştı. Tepeden binlerce, milyonlarca beyaz tanecikler dökülüyordu. Kar, üstünden geçen kızın yalın ayağının izlerini belli ediyordu. O izleri takip ederek koştuk. Uzaklardan, çok uzaklardan yüksek ve net gülme sesleri, köpeklerin hırıltısı ve havlama sesleri duyuluyordu.

      İlk kar üzerine yeni düşen çıplak ayak izi, okulu dolaşarak Uzunağaç’a götüren yola sapmıştı. Önümde akan yıldız hızıyla koşan zayıf ve kuru Abu, arkasında ben, benim arkamda Rahmet ve asker pantolonuyla gürültü yaparak koşan İsagulov Hoca… Almabek ihtiyar, yorularak nefes nefese kalmıştı, fazla uzaklaşamadan kesilmişti.

      İleriden kızın karaltısı gözüktü. Peşinde kıza yaklaşmadan hırlayan ve havlayan bir sürü köpek vardı. Şarbankül’ün bu kadar cesaretli olduğunu kim bilebilirdi? Köyün pek çok mezarını bulunduran yamaca doğru yürüyordu.

      Tüm hızımızla durmadan koştuk. Yokuşa yaklaştığımızda nefes almakta zorlanmaya başladık. Kaçan kız büyük bir hızla, beyaz karın üzerindeki ceylan gibi zıplayarak ve havlayıp gürültü koparan köpekleri peşine takarak yamacın üstüne çıkıverdi.

      Biz ise pek çok mezarın bulunduğu yamacın üstüne oflaya puflaya zor çıkabildik. Sadece bembeyaz gecelik giymiş Şarbankül, ayak bileğini geçen kara bana mısın demeden hoplaya zıplaya dans ediyordu. Köyün kudurmuş köpekleri, hırlayarak ona yaklaşmaya cesaret edemeden uzaktan ince ve tiz bir sesle hırlıyordu. Kimi köpekler, ön ayakları üzerine çöküyorlardı. Kız, onlara doğru saldırır gibi koştuğunda kuyruklarını sıkıştırıp bellerini bükerek kaçmaya başladılar. Ayakkabısız, şapkasızdı. Üzerindeki beyaz geceliği sırılsıklam su olmuş, bedenine yapışmıştı. Belini saran dağınık saçları hop kalkıyor, hop iniyordu. Bu şekilde mezarların arasında zıplaya zıplaya geziyordu.

      “Şarban, Şarbancığım!”

      –“Ah-ha-hu, eh-he-hu!”diye delirmiş gibi çıkan kahkahalar insanın yüreğini ağzına getiriyordu.

      “Annemle birlikteyim, babamla birlikteyim, gidin buradan!” diyerek saklambaç oynuyormuş gibi orada burada beliren mezarların arkasına saklanıyor, kaçıyordu.

      O kadar hızlı koşuyordu ki çok uğraşmamıza rağmen yakalamakta zorlandık. Zayıf Abu, yetişip yakalamaya çalıştığında, bir anda atladı ve çocuğu hızla itti. Abu, bembeyaz karda buldu kendini. Rahmet’le ikimiz zor yetişip yakaladık. O kadar güce sahip olmasına hayret ettim, ikimizi iki yana atıverdi. Tekrar peşine düştüm ve belinden sımsıkı tuttum. Dağılan saçı da iyice ıslandığından, üzerinden su damlıyordu.Geceliği bedenine yapışmış olan kızı kaldırmak güç oldu. İsagulov Hoca yaklaştı, ardından köyden diğer insanlar yetiştiler. Hepbirlikte yurda nasıl getirdiğimizi tam olarak hatırlamıyorum bile. Hantalca nefes nefese koşan İsagulov’un asker paltosunu çıkararak üzerine örttüğünü hatırlıyorum hayal meyal.

      Yatağına yatırmak daha da zor oldu. Kızgınlıkla silkeleniyor, yerinde duramıyordu. O kadar gücü kuvveti nereden bulmuştu acaba? Öyle uğraşıp dururken geceliği cart diye yırtıldı. Bembeyaz, dolgun, temiz ve kusursuz göğüsleri ortaya çıkıverince erkeklerin hepsinin gözleri kamaşmıştı, ancak hepimiz arkamızı döndük. Toplanan kadınlar, üstünü çıkarıp kuruladılar, başını sarıp yatırdılar. Ona da itiraz edince çarşaflarla yatağına sarıp bağladık. Sabah olup hava iyice aydınlanır aydınlanmaz iki milis görevlisi geldi. Yurdun etrafını iyice aramaya başladılar. Araştırma esnasında sırık gibi uzun, kabuğu soyulmuş beyaz sopa buldular. Ardından iki milis görevlisi iki yanımıza geçip ifademizi almaya başladı. Özellikle de Abu yalnız görüşüyorlardı. Sorguyu uzun tutmuşlardı. “Mesane rahatsızlığım vardır, çok sıkıştım.” demeseydi hiç bırakmazlardı belki.

      Şarbankül’ün yattığı tarafa gidip duruyordum endişe içinde. Sıkıca bağlamış olmalarına rağmen kâh deli gibi kahkaha atıyor, kâh bağıra bağıra ağlıyordu. Arada bir “Anne, baba gitmesenize, şimdi geliyorum. Baba! Anne!..” diyerek yalvaran sesle fısıldayarak konuşuyordu. Bazen de “Git, git hey şeytan, hey azmış albastı!” diye ürkerek bağırdığı oluyordu.

      Sabahın erken saatlerinde okul müdürünün çağırdığı ambulans geldi. Şarbankül ile İsagulov’un eşini götürdü ambulans. Milisler ise İsagulov, Almabek bekçi ve Abu üçüne ifadelerinin alınması için ilçe merkezine gitmeleri gerektiğini söyleyip beraberlerinde götürdüler.

      Milis tarafından götürülenler akşamın son otobüsü ile döndüler. Abu’nun yüzü kararıp gözleri çökmüştü, çocuk ezilmişti.

      “Domuzlar, hayvanlar! Beni kapatıp dövdüler, dövdüler! Böğrüme vurup köpekmişim gibi tekme attılar. Ne söyleyebilirim ben, ne bileyim? Bir şey görmediğim doğru mu, doğru. Yemin ediyorum.” diyerek kendisini gıcırdayan eski yatağına atıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.

      “Yapma Abu, yapma!” diyerek sırf kemikten müteşekkil sırtını sıvazladım, zor yatıştırdım.

      Yoğun kar, bir gün ve bir gece boyunca yağdı. Dizleri geçecek kadar olunca, okula gidemeden üç gün yurt odasında kapanıp kaldım. Şarbankül’ü kovalarken ayaklarımdan geçen soğuk yüzünden dizlerim bükülünce açılmıyor, açılınca da bükülmüyordu. Sonunda Karakıstak’taki hastaneye yatırıldım ve yirmi gün kadar hastanede kaldım. Zar zor iyileştikten sonra döndüm.

      Şarbankül’ün önce Uzunağaç’ta olduğunu, sonra da tedavi için Almatı’ya gönderileceğini duymuştuk. Yurda döndüğümde babamların yepyeni kışlık çizme gönderdiklerini öğrendim. Bir numara büyük olması dışında oldukça güzel bir çizmeydi. İçine tabanlık yerleştirdim, annemin dokuyup gönderdiği yün çorapla giyiverdim. Gerçekten mutlu olmuştum!

      İki ay sonra, yeni yıl öncesinde Şarbankül’den bana mektup geldi. Almatı’da değilmiş, ta uzaktaki Narınkol’un Sarıjaz İlçesi’ndeymiş. Hep ruh hastaları ile, aklını kaçırmış ve beyni sarsılmış delilerle birlikte kaldığını yazıyordu. Aşırı zayıflamış, incecik kalmış. Görürsem tanıyamayacağımı belirtmiş. Saçlarının ağır, kalın ve uzun olduğunu söyleyip kesmek istemişler. Gürültü kopararak kesmelerine izin vermemiş. Saçı olmazsa bambaşka bir Şarbankül olacağını düşünüyormuş. Korday’daki meslek okuluna giden ağabeyi Jenis, otobüsle ziyaretine gitmiş. Erkek kardeşini gördüğünde hıçkıra hıçkıra ağlamış. Şarbankül, “Biricik ağabeyim, himayecim Jenis ve sen… ikinizden başka kimsem yok benim. Seni de çok özlüyorum Nariman!” yazmış. Ve devam etmiş;

      “Benim Sarıjaz’da akıl hastanesinde yattığımı kimseye söyleme