hüngür hüngür ağlayacağım, o zaman içimde toplanmış sıkıntı sel gibi akıp gidecek, hepsi gözyaşlarımla birlikte akıp yok olacak. Ondan sonra sağlığıma kavuşacağım. Sen buna inanır mısın?” diye iki gözü alev gibi parlayarak baktığında kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlayınca ilacıma sarıldım.
“İnanıyorum, tabii inanıyorum!”
O, gözlerini yukarı dikip rahatlamış bir şekilde sevgi dolu bakışlarla bakakaldı.
“Oğlum bak, baban geldi huzuruna, şu Aydolu da annen, diyeceğim. Oğlum da hüngür hüngür ağlar herhâlde. İkimiz sarılıp içimizi döküp rahatlayana kadar öyle bir ağlarız. Ondan sonra sırtını sıvazlayıp kıvırcık saçını okşar, özlemimi giderene kadar öyle bir koklarım ki…” diyerek gülümsedi.
İnce ve yumuşak bir sesle fısıldayarak konuşması ne güzeldi! Sesi titreyerek ağlayacak gibi olmuştu, ancak gözlerinden bir damla bile yaş akmamıştı. Delirmiş gibi kendi kendine fısıldayıp uzun oturdu ve:
“Ben oğlumu ölesiye özledim.” dedi.
Bunları söylerken ağzı kulaklarına gitmişti. Öyle dedikten sonra yan yatıp mektubu tekrar okumaya başladı.
Geceye doğru kalbimin sancısı çok artınca sakinleştirici iğne yaptırıp zor uyuyabildim. Gecenin bir saatinde, bedenim üşümüş, tüylerim ürpermiş bir hâlde soğuk terler içinde uyandım. Kalbim kötü bir şey hissetmiş gibi sızlıyordu. Hemen pencereye baktım, camı yoğun kırağı tutmuştu. Rengi atmış Amir’in yataklarına gözlerim ilişti. Hızlıca yanına yaklaştım. Amir, sırtüstü yatmış, uzanıp gerildiği gibi donup kalakalmıştı. Gözü yuvalarından çıkmıştı. Kaskatı olan vücudu sopsoğuktu. Boyu çok uzamış gibiydi. Cansız ve sert bedenini kuvvetle sarsmış durmuştum.
“A-a-a-a!” diye bağırıyordum güya, ama sesim çıkmıyor.
Kalbimi tutarak koştum, odanın kapısını sonuna kadar açtım ve gerçekten bağırmaya başladım:
“A-a-a-aa!”
Birileri bana doğru koşuyordu. Beyazımsı silüetler yavaş yavaş yaklaşırken, gözlerim karardı ve bembeyaz bir perde belirdi, belirdi. Tekrar yatağıma gidemeyip bayılmış, düşmüşüm. Soğuk ve sert yatağa bağlanmış gibi uzuuun bir süre, tam olarak üç ay, hastanede kaldıktan sonra kalbimi idarelik duruma getirip taburcu oldum.
Aklıma hâlâ Amir geldikçe sırtımdan soğuk ter fışkırıverir, ellerim ve ayaklarım alevlenir. Üstelik yeni bakan tayin edildiğini duymuştum radyodan. Peki, o mektup neredeydi? Zavallı Aydolu ne yapıyordu?
Hiçbir şeyden haberim yoktu. Amir, öbür dünyaya göçmüştü, canlı şahit olarak ben kalmıştım. Bana şu fani dünyada bitmeyecek bir borç yükleyip de gitmişti. Son borç.
Umarım ki bu yazdıklarımı okuyarak Abil, babasının kim olduğunu öğrenecektir. Babasının oğluna iletemediği son borcunu ödeyişimdir bu. Abil oğlum, sen neredesin? Erkek toklu yabancıya gitmezmiş.
TUSAN’IN DAMASI
Kış tatilinde, ta kumlu ve kuytu bölgede oturan annemle babama gelebilmiştim nihayet. Onuncu sınıfta okumama, artık büyük bir delikanlı olmama rağmen, annemle babamı özlemiş, şu tatili dört gözle beklemiştim. Yatılı okulun her gün durmadan verdiği lezzetsiz çorbasından da bıkmıştım.
Kolhoz, çobanlara kışlık azık olarak deve kesip vermişti. Akşamları evin ortasındaki demir sobanın üzerinde tuzlanıp bekletilmiş deve eti, kıvamında kaynıyordu. Sobanın önünde tezek közünde ekmek pişiyordu.
“Kaysar’cığım kalk yavrum!” diyerek artık kocaman olan sırtımı okşayıp büyük bir sevgi ile öpüverdi annem. Bir annenin sıcak avucu, ilgi ve sevgisi, özlemi ne kadar güzeldi!
Gerilerek zor kalktım.
“Gel canım! Kahvaltı hazır!”
Zahmetlere kapılan annemle babamın ortasında şımarırdım. İç dünyam tamamen aydınlanır, acayip duygular yaşardım. Harika bir dünyaydı!
Annem, benim için sakladığı kurut6, tereyağı, şeker ve bisküvilerinin hepsini çıkarıp ağzıma sokarcasına yedirirdi. Tıka basa doyduktan sonra canım sıkılarak dışarı çıkardım. Aşimhan, annemin akrabasıydı. Babam ve Aşimhan, daha hava aydınlanmadan, sabah erkenden koyunları otlatmaya çıkarırlar ve ancak akşam karanlığı indiğinde üstleri başları buz tutmuş bir hâlde dönerlerdi. Komşumuzun karısı sık sık hastalanan bir kadındı. Çoğu zaman yataktan kalkamayıp başını eşarpla sararak inleye inleye yatardı. Hasta olan insan sinirli oluyordu. Onların da benim yaşlarda Tusan adlı iri yapılı, orta boylu ve geniş omuzlu çocukları vardı. Çocuk, sabahtan akşama kadar koşar dururdu. Annesi sık sık hastalandığından dördüncü sınıftan sonra okula devam edememişti. Ne zaman görsem iş yapıyordu. Koyunlu köyün işleri bitmezdi ki…
Babasıyla sabahın erken saatlerinde kalkar, koyunları sayarak otlatmaya çıkarmaya yardımcı olurdu. Zayıf ve güçsüz, topal ve hasta olduğundan ahırda kalan hayvanlara ot verirdi. Öğleye doğru onları da önüne katar, Kızılsay’daki nehre götürür ve nehrin buzunu kırarak hepsine su içirirdi. Evindeki annesi ile küçük kardeşlerinin üstlerini giymelerine yardımcı olur, karınlarını doyurduktan sonra ateş yakar, eve su getirirdi. Çocukların çamaşırlarını yıkayıp yemek pişirirdi. Öylece hiç dinlenmeden çalışır dururdu.
Çökmüş beyaz develer gibi bembeyaz karın altında kalan şu oyuk, kumlu ve kuytu yerde bu iki ev ahalisinden başka kimse gözükmezdi.
Okuldan geleli bir-iki gün geçmişti ki, iyice sıkıldım ve üstümü giyerek dışarı çıkıp Tusan’ın yanına gittim.
O, kenarı tamamen buz tutmuş kuyudan su çekiyordu.
“Bu sene kaça gidiyorsun?” diye sordu.
“Ona.”
“Ben de şimdi ona gidiyor olurdum.” diye kem küm ederek, kovadaki ağzına kadar dolmuş suya üzgün bir yüz ifadesiyle bakakaldı.
“Bu sene okulu bitiriyormuşsun. Sonra ne yapacaksın?”
“Üniversiteye gideceğim.”
“Ben, pilot olmak isterdim. Onun için yeteri kadar sağlıklıyım. Her gün ağırlık kaldırıyorum. Gözlerim de keskin. Dürbün olmadan da ta uzaktakileri hemen tanıyorum. Saçlarımı da uzatırdım. Babam bitleneceğim diye sıfıra vurur hep.” diyerek tamtakır sıfıra vurulmuş başını sıvazladı.
Ev tarafından annesi, “Allah canını alası Tusan! Nereye kayboldun? Yer mi yuttu seni!” diye bağırdı.
Bunu duyan Tusan, “Tamam ben gidiyorum! Annem hasta ya!” diye telaşa kapıldı, ağzına kadar doldurulmuş iki kovayı alıp hızlı adımlarla evine doğru gitti.
İlk dikkatimi çeken küçücük iki gözünün üzgün, dertli ve düşünceli olduğuydu. Diğer çocuklar gibi itişe kalkışa oynamazdı. Kahkaha atıp içten gülmezdi. Kaşlarını çattığı gibi koştura koştura evin işleriyle meşgul olurdu.
Biraz zaman geçince, ben de anneme yardımcı olmaya, ahırda kalan küçük hayvanlara bakmaya başladım. Akşamları otlaktan dönen hayvanlara ot verirdim. Annemin bu kadar işi nasıl yetiştirdiğine şaşırmıştım. Yorgun ve bitkin bir şekilde akşam yatağa atıyordum kendimi.
Dördüncü gün, Tusan’la ikimiz, yığını sıkıca bastırılmış otu dirgenle ayırmaya çalışıyorduk. Ot, insanın