Nağaşıbek Kapalbekulı

Kuş Kanadı


Скачать книгу

gitti. Delirecek gibi olup sigara kullanmaya başladım. Babamlar, ‘Rezil şey gözümüz görmesin seni! Git, kocanın ayaklarını öp, onun evinde kocamalısın, onun kapısından çıkmalı cesedin.’ dediler, yanlarına yaklaştırmadılar. Kovdular. Sonunda kendimi toparlayıp çocuğumu kucağıma aldım ve Almatı’ya gelerek kendisini buldum. Böylece tekrar bir araya geldik. Kocamın, “Git, beni özgür bırak!” diye dövmesine de, sövmesine de dayanmaya çalıştım. Nihayetinde kölesi gibi olmuştum, bir kuruşluk değerim kalmamıştı. Ruh gibiydim, artık sigara da yardım etmiyordu. Hep hüngür hüngür ağlamakla geçiyordu günlerim abisi. Kocam okulu tamamen bıraktı, arkadaşlarının hepsi kendisi gibi uyuşturucu düşkünleri. Gündüzleri camları karartıp odayı kapatır ve bütün gün kedi gibi mışıl mışıl uyur. Geceleri ise esrarını içer ve kafayı bulup dışarı çıkar. Ne parası var, ne de yararı. Biz ise aç ve çıplağız, kira borcuna batmış durumdayız. Çocuğumla ikimizin ağlamaktan başka çaremiz kalmıyor. En ufak şeyde dövme, tekme vurma alışkanlığı edindi. Bazen beş-altı erkek evimizde toplanıp evi duman içinde bırakırlar, zevkten dört köşe olup kahkaha atarak ağızlarına gelenleri söylerler. Kocam da ‘Yemek getir!’ diye bağırır. ‘Yok’ dediğimde hayvanmışım gibi tekme tokat atar, her tarafımı morartır. Tek yaptığım ağlamak olur, ağlaya ağlaya gözyaşlarım tükendi. Bazen intihar etmek istiyorum, ancak bebeğime kıyamıyorum. Onu kucağıma aldıkça içim alev alev yanıyor. Günlerin birinde onun sarmış olduğu esrarı buldum. Meraktan bir tanesini içtiğimde, sis basan gözlerimin güneş açtığını fark ettim. Rahatlayıverdim, moralim de yükseldi hemen. ‘Şu şeyin harikaymış bee!’ diyerek arada bir gizli gizli içmeye başladım. İçer içmez her şeyi unutuyordum, rahatlıyordum. Öyle öyle farkında olmadan alışkanlık edinmişim.”

      “Eşin itiraz etti mi?”

      “Yok ya. Öyle bir sevindi ki. Yine çok güzel bir dayak yiyeceğimi düşünmüştüm. ‘A ne güzel oldu, artık ikimiz birlikte arayacağız.’ diyerek neşelendi. Görmeliydiniz.”

      “Ne kadar üzücü.”

      “Bazen hayattan umudumu tamamen kestiğim olur. Yaşamak istemem. Beni bu hayatta tutan tek şey biricik oğlumdur. Yavruma kıyamıyorum. Bir yaşında, bu aralar annemlerde. Resmini görmek ister misiniz?”

      “İsterim.”

      El çantasını tık diye açıp avuç kadar bir resim çıkardı. Çok sevimli bir bebek gülümsüyordu resimde. Melek gülümsemesi…

      “Oğlun çok sevimli imiş, melek gibi.”

      “Çok akıllı. Annemlerde şu anda. Beni arıyor, özlüyor, bekliyor. Sık sık gitmek için param olmuyor. Arada bir ziyaret ederim. Bugün de yanaklarından öper, özlem gideririm herhâlde.”

      “Kocan neden Aspara’da kaldı?”

      “Abi, eşimle bir gün geberip gideceğiz muhtemelen. O iyice zayıfladı, bir deri bir kemik kaldı. Zamanlıca içmediğimde benim de kollarım ve bacaklarım kasılır, yataktan kalkacak güç bulamam.”

      “İrade lazım, bırakırsınız.”

      “Nerdeee? Jorik iyice müptelası oldu, iğne bile kullanıyor. Poliste kayda alınmış durumda. Bazen geceleri polisler götürür. Geceyi geçirince bırakırlar.”

      “Neden hapse atıp tedavi etmiyorlar?”

      “Aynasızlara zengin müşteriler lazım. Jorik gibilerden kimlik bilgilerini alır, geri bırakırlar. Onlar da geceleri dolaşıp bulduklarını paylaşırlar. Bizimki gibi tamamen fakiri tutup da ne yapsınlar?”

      “Allah Allah, ne kadar zormuş.”

      “Arkadaşları çok kötü, hepsi esrar içer, iğne kullanır.”

      “Hepsi Kazak mı?”

      “Çoğu. Üniversite öğrencileri de var, lise öğrencileri de. Anne babaları önemli görevlerde bulunanları, zengin aile çocuklarını takibe alıp ilgilerini çekerek uyuşturucuya alıştırırlar. Bir kişinin üç müşteri bulması gerekir, böylece kalabalıklaşırlar. Hepsi de yarım akıllılar. Siz kâhin gibisiniz amca.”

      “Çoğu zaman söylediklerim aynen çıkar.”

      “Jorik, sağ salim dönecek mi? Söyler misiniz amca?”

      “Sadece hepsini anlat önce. O nereye gitti?”

      O kulağıma fısıldamak için yaklaşıp başını eğince, sigara, duman ve esrar kokusu geliverdi burnuma.

      “Jorik Aspara’dan inip arkadaşlarıyla birlikte Şu’ya, savaş alanına gitti.”

      “Şu’da ne yapacak?”

      “Orada uyuşturucu, deniz gibi engin bir bölgede yetişirmiş. Onları toplayıp getirecek, gizlice satacak. Yakalanırsa hapse atılacak, mahvolacak. Sağ salim dönerse de hayatımız kurtulacak, borçlarımızın tamamını ödeyeceğiz. Belki de zengin olacağız. Yakalanırsa iş bitecek. Zaten sağlığı iyi değil, güç kuvvet kalmadı. Bu sefer elimize bol para geçerse tedavi ettirmek istiyorum.”

      Genç kadın iki eliyle yüzünü kapatıp hüzünlendi. Sıtmaya yakalanmış gibi omuzları sarsılarak titredi:

      “Ağabey, otobüsün arka kapısının ön basamağına gidip sigara içip gelebilir miyim?” diye izin istedi.

      “Git, git…”

      “Siz içmiyorsunuz değil mi?”

      “O olaydan sonra elime sigara tutmuş değilim.”

      “Ya, öyle insan da olur muymuş?”

      Yüzü böbrek biçimli genç kadın, kısacık kesmiş saçını arkaya atmış, ilerideki kapıya dayanarak esrarı büyük bir iştahla içine çekiyordu. Küçük buzağılar annelerini emerken başlarını sağa sola sallarlar, sevinerek büyük bir keyif alırlar ya, aynı onun gibi… Esrarı zevkle içine çekiyordu. Esrarın midemi bulandıran kötü kokusu geldi burnuma. Kusacakmış gibi oldum, zor oturdum. Genç kadın, sonrasında hızla gelip tekrar yanıma oturdu. Gözlerine kıvılcım gelmişti, parlıyordu. Yanaklarına da kan gelmişti, gülücük saçıyordu.

      “Abi, abiciğim, savaş meydanından sağ salim dönerse, hem Jorik’i, hem kendimi tedavi ettirmeyi planlıyorum.”

      Bir şey demedim. Ne diyeyim? Onun kendi kendini kandırdığı sözlerine nasıl inanayım?

      “Annen ve baban biliyor mu?”

      “Hepsi de biliyor. Kızıyorlar, arada bir hocalara, halk hekimlerine götürüyorlar beni. Kırgızistan’daki ünlü bir hocaya kadar gittik. Hiç de etkili olmadı. Zehir tüm bedenini sarmış.”

      “Ya kendin?”

      “Benim için artık fark etmiyor. Hayatım var ya ağabey, rüya gibi. Kafam, içine binlerce sivrisinek ve büve girmiş gibi karışır. Uyuduğumda ise rüyama yılan girer. Yalın ayaklarla, tıslayan beyaz, kırmızı, simsiyah yılanların üzerinden geçiyor görürüm kendimi. İlk zamanlarda çok korkardım, ödüm kopardı. Artık alıştım. Beyaz kafalı, uzun, ince, alacalı yılanım önüme geçip yol gösteriyor, ben de peşinden takip ediyorum.”

      İç çektim, kendi kendime, “Hey erkenden solan lale gibi güzel kızlarımız, hey yaşamı rezil olan güçlü, kuvvetli yiğitlerimiz, hey! Dinç, taze gençlerimiz hey! Siz kanlı savaşta hayatınızı kaybetseydiniz, size şehit derdik. Siz de cennete giderdiniz. Peki şu binlerce insanı beyninden edip deliye çeviren, aklını alan zehir için yola çıkıp onun uğrunda vakitsiz öldüğünüzde, sizin arkanızdan ne diyeceğiz?” diye düşündüm.

      “Abi söylemediniz ki, Jorik savaş meydanından sağ salim dönecek mi, dönmeyecek mi?”

      Dünyanın hangi