bularak iki ay sonra evlendiriverdi. Altı ay sonra doğum yaptım. Etrafa süresinden önce doğduğu söylentisini yaydık. Adını da senin adına benzeterek Abil koydum. Aynı sen, aynı! Daha sonra altı çocuk daha doğurdum. Böylece yedi çocuğun annesi oldum. Kocam yumuşak huylu, iyi bir insandı. Geçen sene vefat etti, yüksek tansiyondan. Geçenlerde vefatının birinci yılı nedeniyle mevlit okuttum. Ben de sık sık baş ağrısı yaşar, bazen yataktan kalkamaz duruma düşerim.
Amir! Bu çocuk senindir. Buna önce Allah şahit, sonra seninle ben şahidiz. Oğlun Abil yazın evlenmek istiyor. Büyüdü, eskiden sen nasıl idiysen, aynı senin gibi ince ve uzun boylu. Artık ona gerçeği söylemeye cesaretim yok, soyadı farklı, babası ayrı. Şayet bana bir şey olursa ona göz kulak olasın.
Sen, Abil’in kendi çocuğun olduğundan şüphe duyuyorsundur. İnanmıyorsan, gizlice gel de bak. Anladın mı? Yüce Allah huzurunda, rahmetli annemle babamın ruhları huzurunda Abil’in babasının sen olduğunu söylüyorum Amir! Yalan söylüyorsam ruhların ruhu çarpsın! Benim bedduamdan olmalı ki Kızılmurın aynı yıl trafik kazasından vefat etmiş köpek! Köpeğe köpek gibi ölüm işte!
Amir! Bu mektubu sadece kendinde saklayasın, sonra yaşlandığın zaman olur da oğlunu arayacak olursan kendisine gösterirsin. Ben senden önce gideceğim herhâlde. Fakat ben hayattayken ne benim yanıma, ne de oğlumun yanına yaklaş! Ben o sıkıntıyı kaldıramam. Anladın mı? Ölürüm, utancımdan, özlemden, dertten! Anlıyor musun?
Sen kendine iyi bak, bu oğluna, doğacak torunlara lazımsın. Genel Sekreter’in kızıyla evlendiğini, daha sonra şehre taşındığını duydum. Ben uzaklara evlendim. Şimdilerde nasıl oldun acaba?
Peki canım! Sen beni hâlâ affetmemişsindir. Biliyorum, ama ne yapabilirim? Ben senin için dua ediyorum. Sana beddua etmem, kızmıyorum. Şu mektubu tam üç gün yazdım. Başım çok ağrır oldu son zamanlarda.
Hoş ve sağlıkla kal canım!
Selamlar Aydolu.”
Bu satırlardan sonra oturduğu evin adresini belirtmişti.
Amir, kirpiklerini bile kıpırdatmadan dik dik bana bakıyordu. Sopsoğuk bakışları içime işlemişti. Yüreğim yerinden oynadı. Gözleri çakmak çakmak olmuş, beti benzi atmıştı.
“Ne diyorsun?” dedi.
“Ne diyeyim? Yazık olmuş.”
“Kime?” dedi ani bir tepki vererek. “Kime yazık olmuş? Bana mı? Oğluma mı? Sen ne bilebilirsin ki?”
Dar odanın içinde bir ileri, bir geri gidip avuçlarını birbirine sürüp durdu.
“Kimse bilmiyor. Ben bahtıma tekme attım. Aydolu, benim kısmetim idi. Ya Allah’ım!” Titreyen elini iç cebine götürdü, ilaç çıkararak içti. “Bende kalp yoktur, kalbim o eski zamanda yumruya dönüp sertleşmiştir. Aydolu’yu kovduğum gün taş olmuştur muhtemelen. Biz, insan denen mahluk, acımayı, affetmeyi, anlamayı neden bilmeyiz? Neden? Ha?”
Bakan, ileri geri yürüdükten sonra:
“Size yürümek, ayağa kalkmak yasaktır, dinlenin.” dediğime hiç kulak asmadı.
Bir türlü sakinleşemeyip dışarı çıkmıştı, biraz sonra hemşire elinden tutup getirdiği gibi yatağına yatırdı ve her ikimize de iğne yaptı.
“Sigara bulur musun kızım!” dedi.
Hemşire sert biri imiş:
“Sizin sigara içmemeniz gerektiğini eşiniz söylemişti. Yasak!” dedi sert bir şekilde bakan olduğuna bakmadan.
Oda arkadaşım biraz sakinleşmiş gibi göründü.
“Hey gidi zaman!” dedi hayret edercesine, âdemelması aşağı yukarı hareket etti. “Beni şeytan azdırmıştır. Sen biliyor musun? Sen bilmezsin, bu mektubu aldıktan sonra ben hepsini özledim. İçimdeki pişmanlık göğsümü doldurarak kalbimi ağzıma getirir oldu. İçimdeki pişmanlık tutuşarak alev alev yandım sanki. Makam, görev, saygı ve ilgi deriz ya hep, ne için lazım onların hepsi, ne için ha? Eğer sen kendi yuvanda mutlu değilsen, soyunu devam ettiremiyorsan… Of, canım of! Evet, evet… Biliyor musun benim hiç çocuğum yok. Allah bana süt kokusu yayan bir bebek nasip etmedi, etmedi. Bir bebeği öpüp sevmeden, soyumu devam ettirmeden mi gideceğim bu dünyadan? Bunu kabullenmek istemiyorum. Ne yapabilirim? Of! İlçe başkanının kızı ile evlendikten sonra görevde durmadan yükseldim. Ne içeceğimizin, ne yiyeceğimizin endişesini duymadık, dünyanın yarısını gezip gördük, rahat rahat eğlendik. Ancak çocuk sahibi olamadık. Bir yıl geçti, iki, beş, on yıl geçti… Eşimin gitmediği doktor kalmadı, her çeşit tetkik yapıldı. Sorun bende gibiydi. Meşhur bir profesöre götürdü beni. Doktor, eşimle ikimizi iki-üç muayeneden geçirdikten sonra korkunç haberi duyurdu. Muayene sonuçları sorunun tamamen bende olduğunu gösteriyordu. Hayatta çocuk sahibi olamayacakmışım. Eşim sapasağlammış. Hamile kalmasına bir engel yokmuş. Bütün sorun bendeymiş. Ne yapacağım diye çıldırdım? Gerçekten de karım somun gibi tombuldur. Yanakları da pespembedir. Bense ölmek üzere olan deve gibiyim ve zayıfım. O kadar üzüldüm, o kadar gururum kırıldı ki… Karım, ‘Ben seninle öbür dünyada da birlikte olacağım. Allah vermezse yapabilecek bir şey yok. Böylece, anlayış içinde, birbirimizi üzmeden geçinip gidelim.’ dedi. Beni bir çocuğu sever gibi teselli etti. Ne yapabilirdim? Of! Çocuk evlat edinmek amacıyla yetimhaneye de gittik, cesaret edemedik. Anne babalarının nasıl insanlar olduklarını bilemezdik. İnsanın üç gün sonra mezara da alıştığını söylerler ya, o doğruymuş. İkimiz de durumu kabullendik ve güzelce yaşamaya devam ettik. Kaderimize razı olduk. Yaraya tuz basmamak için çocuk konusunu bir daha açmadık. Ya, ulu Allah, insanların tamamına verdiği küçücük bebeklerden birini neden bana, neden şu bedbaht kuluna vermemişti? Yaşıtlarımın aslan gibi oğulları ile ceylan gibi kızlarını gördüğümde için için yanardım. Kendi kendimi yemeye başlamıştım. Eşimin karşısında kendimi suçlu hissediyordum, yerin dibine geçmek istiyordum. Buna iyice inandırmıştım kendimi. Kötü kaderime bin defa lanetler yağdırarak dertten yanıp yakılsam da belli etmemeye çalışıyordum. Ancak tam da o dönemde, Aydolu’nun mektubunu aldığımda aklımı yitireyazdım. İnansam mı, inanmasam mı? Bir değil, bin defa okumuşumdur mektubu. İnansam mı, inanmasam mı? Oğlum varmış. O zaman ben baba oluyordum, baba! Soyum devam edecekti. Doğanın kanunudur bu. Ancak profesör baba olamayacağımı, doğuştan sıkıntım olduğunu söylememiş miydi? Ne bileyim, küçücük kafam kazan gibi oldu. Of! Allah’ım! Sonunda düşüne taşına gizlice doktora gittim muayene için… İnanır mısın, sapasağlammışım. Ona da güvenmeyip bir başkasına daha gittim. O da ‘Siz yüzde yüz sağlıklısınız!’ diyerek elime mühür vurulmuş bir kâğıt verdi. Gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi olmuştu. O profesörü aradım. Kayınpederimin yakın dostu idi, yaşlanmış, hastalanıp yatalak olmuş. Aslında mühür vurulmuş kâğıdı gözüne sokmak için, sinirden tir tir titreyerek ortalığı yıkmak için yanına gelmiştim. Oysa beni görür görmez ‘Oğlum gel, otur!’ deyip ağlayıverdi. ‘Hayatımın sayılı günlerini yaşıyorum, senin hayatını kararttım. Eşinle kayınpederin yalvarıp yakardıklarından, çok istediklerinden sana yalan söylemek zorunda kalmıştım. Aslında kısır olan eşin. Kayınpederin kızının kocasız, kendisinin de senin gibi başarılı damatsız kalacağından korkarak üsteleyip beni ikna etmeyi başarmıştı. Ahrete gitmeden önce rica ederim beni affedebilirsen affet. Ya da şimdi kendi ellerinde boğ ve öldür. Ben buna razıyım. Ancak o şekilde mezarda rahat edebilirim.’ dedi iyice güçten kuvvetten olmuş profesör hırıldayarak, yataktan başını kaldırmaya gücü yetmeyip ağlarken.
Delirecek gibi olmuştum. Ne eşime ne de kayınpederime bir şey diyebildim. Kendimi koyacak yer bulamayıp akşama kadar odamdan çıkmadım, kimseyi kabul etmedim. Akşam kafam karışık bir hâlde