Скачать книгу

alevler ortalığı ışıtıyordu.

      “Eyvah, eyvah!”

      Almabek ihtiyar, nice kanlı savaşın şahidi olan insan değil miydi. “Allah korusun! Bismillah, hadi buradan, hadi şeytan!” diyerek elindeki eğik siyah sopasını olanca gücüyle korkunç yaratığa vuruverdi. Bu vuruşla, yaratık paramparça oldu, küçük parçalar hâlinde etrafa saçıldı.

      “Şarbankül, gözünü seveyim yavrum.” derken gazlı lambayı yukarı kaldıran Almabek, dikkatle kızın yüzünü inceledi: “Şarbankül yavrum, ne oldu? Allah korusun, ağzını aç da boğazına bakayım, korkmuş olmalısın.”

      Almabek ihtiyar, kızı ayıltmak için uğraşıyordu.

      “Şarban, Şarban hadi kalk.” diye Aynaş hem ağlıyor, hem konuşuyordu. Kızın bedeni cansızdı, kız kendinde değildi. Lamba ışığından yüzünün bembeyaz kâğıt gibi renksizleştiğini fark ettim.

      Eli ayağına dolaşan ihtiyar, kızın buz gibi olmuş elleri ile ayaklarını ovaladı, göğsüne kulağını dayayarak dinledi:

      “Nefes alıyormuş yavrum, nefes alıyor!” diyerek sakalı titreyerek ağlamaya başladı.

      Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yurttaki iki gaz lambası ile Almabek’in lambasını sonuna kadar açıp odayı aydınlattık. Hepimizin gözleri yuvasından fırlayacak gibi olmuştu. Etrafımıza ürkerek bakıyorduk. Biraz önceki alev saçan yaratığın ne olduğunu düşünüyorduk. Biz öyle bakarken, nice savaşı yaşamış Almabek, sopasıyla yerdeki parçaları dürtmeye başladı.

      “Allah korusun, şunlar da neyin nesi? Şunlara bakın.” diye zemine saçılan “Azrail” dediğimiz yaratığın parçalarını toplamaya başladı. Biz de korka korka yaklaştık. Almabek “Alçaklar! Faşist bunlar!” diye küfrediyordu. Aynaş, hıçkıra hıçkıra yaşadıklarını anlattı.

      “İkimiz koca odada korktuğumuzdan aynı yatakta yatarız. Zifiri karanlıkta pencerenin üst bölümü pat diye açıldığında ürkerek uyandık. Baktık ki o camdan uzun sopaya asılmış, her yerinden ateşler fışkıran bir yaratık bize doğru geliyor. ‘Auuuu! Sizi canlı canlı yiyeceğim’ diyerek erkek sesiyle kahkaha attı. Filmlerdeki şeytan gibi tepemizde ileri geri sallanıp duruyordu. Kudurmuş gibiydi. ‘Ben şeytanım, sizi yiyeceğim, kemiklerinizi de çiğneyip kemireceğim.’ diye üsteledi. Yanına diğer yaratıkları da getirmiş olmalı ki pencere dibinden neşeli kahkahalar duyuluyordu. Sesimi çıkaramadım gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir an pat diye bir ses geldi. Gözlerimi açtığımda deminki şeytanın Şarbankül’ün üstünde oturduğunu gördüm. Şarbankül, var gücüyle çığlık attı ve kendini kaybetti. Daha da sesi çıkmadı. Ben kalkıp size doğru koştum.” dedi Aynaş hıçkırarak, tir tir titreyerek.

      “Allah korusun, kalk yavrum! Su getirin, su!”

      Ağzına su doldurup yüzüne serpti, ancak Şarbankül kendine gelemedi. Bekçi, zemine parçalanan “şeytan” kalıntılarını topladı.

      “Bal kabağı bu ya! İçini çıkarıp temizlemişler, göz ve ağız yapmış, ortasına mum yakmışlar. Bakın işte. Bal kabağı kabuğu! Soytarılar, oyunları batasıların yaptıkları korkunç şeye bak. Eyvah, hadi Şaykül’ü çağıralım, Davken’e haber vereyim.” diyen Almabek ihtiyar kendini toplayıp bize görevler vermeye başladı.

      Yatılı okulun müdürü Davitbay İsagulov, savaş gazisiydi. Rusçayı ve Almancayı su gibi konuşuyordu. Yurdun bitişiğindeki binada oturuyordu. Müdürün evine ben koştum. Dışarısı aydınlanmaya başlamıştı. Yağız yer yumuşak karla kaplanmıştı. Tek ayak üzerinde yürüyen tavuk gibi titreyerek, ince ayakkabımdan su geçtiği halde gittim geldim. Ayakkabımın altı delikti, soğuk içime işledi.

      “Ne oldu! Neler oluyor, Allah kahretsin! Aya bakıp yıldız mı sayıyordunuz bekçi Almabek yoldaş!” diye bekçiye bağırarak girdi.

      Hepimiz susuyorduk. Ortama sessizlik hâkim oldu. Bekçi ihtiyar, bel bükmüş, kem küm ediyordu. Kekeleyerek nefes nefese anlatmaya başladı.

      “Almabek yoldaş, sorumluluğa tabi tutulacaksın. Pencere neden açık kalmış? Düşmanlar neden girer devletin yurduna?” diye kızınca iyice şaşkına döndük.

      “Şu delili hiçbir şeyine dokunmadan kenara koyun. Şarbankül nasılsınız?”

      Bembeyaz yatakta, sarı saçları dağılmış, ay gibi yatan huri, zavallı bir duruma düşmüştü. Baygın bir şekilde uzanıyordu.

      Köy hemşiresi Şaykül, güçlükle sığdığı belli olan beyaz önlüğünün içinde, tüm vücudunu sallayarak içeri girdi. Zar zor nefes alıyordu. Elindeki ışıldayan beyaz kutusunu açtı, içinden araç gereçlerini çıkararak kızı muayene etmeye başladı.

      “Çok korkmuş. Kalp çalışıyor. Sinir krizi geçirmiş. Şimdi iğne yapacağım.” dedi Şaykül.

      Hemşiremiz Almatılıydı. Köydeki Sagındık ağabeyimiz kaçırmış, getirmişti. Soyulmuş yumurta gibi tombul olan yengemiz, bir- iki çocuk doğurduktan sonra, daha da yayılarak şişmanlamıştı. Şehirli olduğundan Rusçaya geçtiği sık olurdu.

      İğne ile ilaç verilince, bir müddet sonra Şarbankül, gözlerini açıp şaşkın şaşkın etrafa bakarak:

      “Ne oldu?” dedi duyulur duyulmaz bir sesle fısıldayarak.

      “Bir şey olmadı, yok bir şey!” diyen İsagulov Hoca bile heyecanlanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.

      Şarbankül’ün gözleri yaşararak doluyor ve şıp şıp diye yüzünden aşağı akıp yastığına damlıyordu. Yüzünün rengi atmıştı ve bembeyaz olmuş, burnundan soluyordu. Dolgun dudaklarını sımsıkı ısırıp hareketsiz bir şekilde yatmaya devam etti.

      “Artık her şey yolunda. Korkma.” diyen Şaykül hemşire araç gereçlerini toplamaya başladı. Kazakça ve Rusça karışık “Biraz uyusun. Her şey normal.” dedikten sonra peşinden koşa koşa gelen hafif sarhoş, uzun boylu kocasının koluna girip yurttan ayrıldı.

      Şarbankül’ün yanından bir adım uzaklaşamaz olmuştum. Sapsarı kalın saçını okşuyordum. Alnı, tüm bedeni yanıyordu. Burnu da tıkanmış, zor nefes alıyordu. Sonra bir anda gözyaşlarını öyle bir serbest bıraktı ki.. Aklından kim bilir neler geçmiştir zavallının!

      “Nariman anlatsana, ne oldu?” dedi gözleri çeşmeye dönüşen Şarbankül.

      Islanmış, alev alev yanan yüzünü sildim.

      “Şarbancığım ağlamasana. Korkma. Sakin ol. Soytarıların işleri. Bal kabağını oymuşlar. İçine mum koyup sizi korkutmak amacıyla sopaya takmışlar. Pencereden içeri soktuklarında, kabak yuvarlanarak senin üzerine düşmüş. Sen de çok kokmuşsun. İsagulov Hoca, şu anda etrafı dolaşıp kontrol ediyor. Kar yağdığından izleri kaybolmuş olabilir, yine de bulacaklar onları. Hapse atılacaklar!” diye altın gibi parlak saçlarını okşamaya devam ettim.

      Rengi atmış yüzüne, çeşmeden akarcasına akan gözyaşlarına baktım, benim de içim yandı, boğazıma hıçkırık tıkandı.

      “Allah hepsini kahretsin!” diyordum dişlerimi sıkarken ağlamamak için kendimi zor tutarak.

      “Korkma Şarban. Bal kabağı diyorum, kabuklarını topladık. İsagulov Hoca, Uzunağaç’tan milis çağırdı, sonuna kadar araştırtacaktır!”

      Eliyle kolumu tuttu sıkıca:

      “Nariman sen gitme, yanımdan ayrılma! Gözlerimi kapattığımda annemle babam sesleniyor, beni çağırıyor. Onlar, ben yedi yaşımdayken ölmüşler biliyorsun! İkisi şurada