bir sonraki vadinin adı Kızılsay, şu tarafımız Kakpaktı, şu uzakta bulanık bir şekilde görünen Buvırlı’dır.”
“Neden Serektas dediklerini biliyor musun?”
“Eskiden Serik denen yakışıklı bir delikanlının Aymankül adlı kıza âşık olduğu söylenir. İkisinin düğünü yapılırken yurda düşman saldırınca düğüne son verilmiş. Daha beyaz perdelerinin arkasına geçmeden, damat yurttaki diğer erkeklerle birlikte savaşa gitmiş. Aymankül her gün kendi çadırının yanına bir taş getirip bırakmaya başlamış. Böylece günler geçmiş, aylar geçmiş. Yıllar da geçmiş yavaşça. Serik ve diğerlerinin düşmanı kutsal Türkistan’ın ilerisinde takip edip kovaladıkları haberi gelmiş. Aymankül, her gün bir taş getirip örmeye devam etmiş. Kocaları savaşta olan diğer kadınlar da bunu görünce her gün bir taş getirip bırakmaya başlamışlar. Serik ve diğerleri düşmanla kırk yıl savaşmışlar, 40 yerden yara almışlar. Gencecik delikanlı, 60 yaşını geçmiş yaşlı ve zayıf ihtiyar olarak dönmüş yurduna. Özlemden iyice yaşlanıp ihtiyar bir kadına dönüşen Aymankül’ün ördüğü taşlar 40 yılda yüksek bir dağ olmuş. Her gün o dağın başına bir taşı taşıyıp bıraktıktan sonra kocasının gittiği yöne bakarmış gözleri iyice yorulana kadar. Bu şekilde bakıp otururken kayınbiraderleri yüksek sesle müjde isteyerek gelmiş koşa koşa. O haberi aldığında Aymankül, yüreği dayanamamış, kendi yükselttiği taşlı tepenin üzerinde yaşamını yitirmiş. Serik, eşinin yanına gelmiş, kafasını kaldırmış ve gözyaşları sel olana kadar, bir gün bir gece ağladıktan sonra o da yaşamını yitirmiş.
Ondan sonra bu tepe ‘Serik’in Taşı’, ‘Seriktaş’, ‘Serektaş’ adını almış. Buraya gelen giden yolcular geçerken bu tepeye birer taş getirip bırakırlar, oğlum git sen de bir taş getirip şu kurgana bırak.” dedi Aydolu’nun babası. Of!.. Babasının bu efsaneyi bana neden anlattığını düşünüyorum son günlerde sık sık. Neden anlattı?
Of! Bir taşı kaldırıp tepenin başındaki kurgana bıraktım. Aydolu’nun evinden beşparmak4 yemeği yedikten sonra döndük. Dönerken Aydolu’nun babası: ‘Oğlum, düğün yapılmadan, kız istenmeden damadın kız tarafına gelmesi doğru değildir.’ dedi. Of!
Bir hafta geçtikten sonra beni askerlik komitesine çağırdılar. O zamanlar askerlikle ilgili yasanın sert olduğu zamanlardı. Elime askere çağırma yazısını tutuşturup altı aylığına askere gönderdiler. Altı ay asker çizmesi giyip Novosibirsk’te yer tekmeledim. Kız isteme, evlenme konuları ertelendi elbette. Yapacak iş kalmadığı zamanlarda mektup yazdım. Ondan gelen mektupları okumak da çok ilginç oluyordu. Ne kadar saf bir insandı… Ne kadar güzel ve temiz duygulardı…
Askerden sonbaharda döndüm. Geldikten sonraki ertesi gün işe başladım. Aydolu telefon edip ‘Hemen geliyorum.’ dedi. Şuradaki Şiyen’de oturur. Öğleye doğru büroma geldi. Çok özlemişim, hemen sarıldım. Hüngür hüngür ağlamaya başladı, gözyaşları sel gibi aktı!
Aydolu’mu elinden tutup derhâl Tilemis adlı dostumun evine gittim. Dostum ve eşi gelişimize çok sevinerek büyük ilgi gösterdiler. İçkili sofra kurup kutladık, eğlendik. Ardından yapılacak düğün konusu konuşulmaya başladı. Zavallı Aydolu, gözleri yaşarmış hâlde bana bakıp duruyordu. ‘Çok özlemiş anlaşılan zavallım!’ diye düşündüm. Ancak gözlerinde bir sıkıntı vardı sanki, namus ve şeref miydi bulunan yoksa? ‘Özlem denen çok zor bir şeydir gerçekten! Ben de çok özledim, artık birlikteyiz canım. Birlikteyiz.’ diyordum içimden. Of!”
Oda arkadaşım, oflaya puflaya yerinden kalkıp pencereye yaklaştı. Dışarıda ıslık çalan ayaz vardı, her taraf kırağı tutmuştu. Avucuyla camı silip bir süre sessizce dışarıyı seyretti. Ne düşünüyordu acaba? Sırık gibi uzun, ipince, kürek kemikleri kalkık adam, tekrar tekrar cama üfleyerek gözlerini dışarıya dikip öyle uzun uzun baktı ki… Kalp rahatsızlığına genelde şişman, kilolu insanlar yakalanırlardı. Şu adamda ise bir gram fazla yağ yoktu.
“Of!” dedi yine ve yatağına oturup bacaklarını aşağı sarkıtarak anlatmaya devam etti.
“O geceyi Tilemis’in evinde geçirdik. İkimize aynı odaya yatak yaptılar; benim için yere, Aydolu için kanepeye. Tilemis’le eşinin yüzlerinden tebessüm eksilmedi. Mahsustan böyle yaptık diyorlardı sanki. O, soyunmadan kanepeye bitkin bir hâlde oturuverdi. Işığı kapattım. Cesurdum. Kız çekindikçe cesaretim artıyordu. Sürüklercesine getirip yanıma yatırarak üstündekileri çıkardım. Kız, artık razı olmuştu. Meğerse… Of!”
Oda arkadaşım, iki eliyle kalın, güçlü ve beyazı artmış dağınık saçlarını sımsıkı tutup derin bir ah çekti.
“Keşke şimdi sigara olsaydı. On sene önce bıraktığım sigarayı şimdi canım öyle bir çekiyor ki. Of!.. Ne diyebilirim, kız gözyaşlarını öyle bir akıttı ki! Otuz yaşına gelen ben bilmiyormuşum, kızın kendisi nefesi kesile kesile hepsini anlattığında tüylerim diken diken, sinirlerim alt üst oldu.
Meğerse… İnek çiftliği ilkbahar gelince dağın eteğine yerleşmiş, inek sağanlar da her gün köyden oraya gidip gelmeye başlamışlar. Öyle akşamların birinde köye bırakma teklifinde bulunmuş Kızılmurın5 adlı elli yaşındaki çiftlik başkanı. Millet gerçek adını unutmuştur, sürekli içki içerek kızarmış burunla dolaştığından Kızılmurın adını almıştır. Yolda giderken iri yapılı koca herif, oğlak keser gibi bildiğini yapmış. Kız, öleceğim diye hüngür hüngür ağlamış, hapse attıracağını söylemiş. Kızılmurın, ‘Bir kişiye bile söyleyecek olursan kafanı kavun gibi kesiveririm.’ demiş.
Bu olay ben gider gitmez olmuş. Ertesi gün inek sağma işini bırakmış. O gün bu gündür işsizmiş. Üniversiteyi de kazanamamış. ‘Sen beni affedemezsin, biliyorum affedemezsin canım.’ diyordu yüzünü elleriyle kapatıp ağlayarak.
Tan yeri ağarıncaya kadar gözlerimi kırpmadım, o da tan yeri ağarıncaya kadar bükülerek yattığı gibi uzun uzun ağladı. Ben bedbahtın ise dili tutulmuştu, koca taş gibi sertleşmiştim. Tan ağarır ağarmaz ev sahiplerini uyandırmadan evi terk ettik. O, büroya kadar benimle birlikte geldi:
‘Amir, Allah huzurunda affet ya da öldür beni. Ben seni sadece bu dünyada değil, öbür dünyada da çok seveceğim, inanır mısın canım!’ dedi.
Tepki vermedim.
‘Artık ben senin için yokum! Sen benim için kaybolmuş insansın!’ diye yüzüne söyleyiverdim. Kız, için için ağlayarak sırtını dönüp gitti. Of! Hayat işte! Herkese evleneceğimi duyurmuştum bile! Çaresizce, beklenmedik bir şekilde şimdi beni ziyaret eden yengenle evlendim. Evde kalmış öğretmenmiş. O günden bu yana inanır mısın yirmi bir yıl geçti aradan. Hızlıca gelip geçermiş zaman. Unutmuşum, unutuyormuşum. Gelen mektubu olmasaydı.”
Yastığının altından elleri titreyerek çıkardığı zarfı bana verdi.
“Kendin okusana.”
Sesi titriyordu, kalbi hızlı çarpıyor olmalıydı. Hastanelerde çok kalan insanın hekim gibi olup hastalıklarla ilgili her şeyden bilgili olma özelliğini edindiği malumdur. Mektup, bildiğimiz kareli okul defterinin orta iki sayfasına yazılmıştı.
“Amir,
Nasılsın? İyi misin? Seni hep merak eder, sorarım. Gazeteden Bakan olduğunu okuduğumda nasıl sevindiğimi bir bilsen! Ben senin istediğini mutlaka elde edeceğinden hiç şüphe duymamıştım, emindim. Bugünlerde nasıl olduğunu çok merak ediyorum!
Ben mektubu sana özel olarak gönderdim, sadece senin açıp okuman