Nağaşıbek Kapalbekulı

Kuş Kanadı


Скачать книгу

benim Kazakça adımı söyleyemediklerinden, bana Nikolay diyorlardı. Yanına gittim. Topladığı keneviri avuç içiyle ovalıyordu. Çok geçmedi, elinde kalan reçineyi temizleyip toplayınca, bıldırcın yumurtası gibi simsiyah bir top oluverdi. Topu alıp taşın üzerine atarak vura vura yumuşattı. Ondan sonra teneke bir kutuya aldı, altına ateş yakarak kuruttu. Çıtır çıtır kuruyan simsiyah reçinenin ucundan küçücük bir parça kopardı ve bunu ayrı bir gazeteye alıp iyice öğüttü. Cebinden sigara çıkardı. Bu sigaranın tütünü ile iyice öğütülmüş reçineyi karıştırdı, karışımı kâğıda tekrar sararak sıkıca doldurdu. Sigarayı yakar yakmaz dumanını dışarı çıkarmadan iki avucuyla kapatıp öyle bir keyifle içine çekmişti ki…

      “Al, içer misin?” dedi ışıl ışıl gözlerle.

      “Hayır, hayır! Ben hayatımda elime sigara almış insan değilim!”

      “Eh Nikola, Nikolay! Ne kadar keyifli bir yaşamdan mahrum kaldığını bir bilsen! Bu büyük bir keyiftir. Cennettir, rahatistandır. İşte şu cigaraya dolma denir, dolmayı çektiğinde kafayı bulursun.”

      Valdemar, sardığı sigarayı bitirmeden ucunu tükürükle söndürdü.

      “Bu dolma üç dört kişiye yeter. Tamamını içersen kaldıramayıp ölebilirsin. Neştyak!” diyerek kıkır kıkır güldü.

      Gözleri küçülmüştü. Taze et çorbası içen, yeni doğum yapmış kadın gibi terliyordu.

      “Neştyak1!” diyerek yan yatıp keyifle gülmeye devam etti.

      “Neştyak dediğin nedir?”

      “Hey, onu da mı bilmezsin? Neştyak, muhteşem bir can rahatlığı demektir. Başka bir dünyada dolaşırsın. Keyif ise onun cennetidir. Ya ne kadar anlatırsam anlatayım anlamazsın sen.” diye kıpkırmızı olan küçük burnunu ovalıyordu.

      “Moskova’ya getirilen mal, saf değildir, karıştırılır. Çeşitli kimyasal madde falan filan katarlar içine. Tam doğal değil yani. Aşırı pahalıdır üstelik. Kontrol etmeye zaman kalmaz, ölecek hâle gelince çaresiz istenilen parayı verirsin. Pek çok gencin parası yoktur, parası olmayınca da yapacak bir şeyi kalmaz. Oğlanlar hırsızlıkla, kızlar fahişelikle uğraşıp esrar satın alırlar.”

      “Valdemar, sen de hırsızlık yaptın mı?”

      “Yok ya. Benim babam tüm Rusya demir yollarının başkanıdır, durumumuz iyidir. Biricik oğluyum ya, beni uluslararası diplomatlar yetiştiren enstitüye kaydettirmişti. Orada bakan, general, başkan gibi yüksek makam sahiplerinin çocukları okurlar. Çoğu esrar kullanır, kötü işlerle meşgul olur. Ben de bir süre sonra atılacak duruma geldim. Ailem baktı durum ciddi, beni buraya, kimselerin ulaşamadığı ordugâha özellikle gönderdiler.”

      “Ne zaman alıştın buna?”

      “Bizde altıncı, yedinci sınıfa giden öğrencilerin sigara içmesi alışılmış durumdur. Ebeveynler hep iştedirler, sense evde tek başına sıkılırsın. Sıkılınca da arkadaşlarını çağırıp sigara ve şarap içersin. Üst sınıflara imrenerek esrar çekmeye başlarsın. Sonra da bırakamazsın. Özlemini çekip arar durursun. Ben de ilk başlarda can sıkıntısından içtim, yavaş yavaş tam esrarkeş olup çıktım. İçmeyince duramıyorum. Kriz gelince içmezsek hâlimiz harap olur. Allah korusun, o durumda bulunursan tüm kemiklerin sızlar. Etlerin parçalanır gibi olur. Bedenindeki sinirler çekilir, için tamamen kurumuşçasına kalırsın. Bedenin koca taş sokulmuş gibi ağırlaşır. Beynin zonklar, kafatasın çatlayacakmış gibi olur. En sonunda kendini koyacak yer bulamazsın, çıldırırsın. Gözlerine kan oturur. Ne yapıp ne ettiğinin farkında olmazsın ve bir çimdik esrar için ne tür suç olursa olsun yaparsın. Hatta birini öldürmeye bile hazır hâle gelirsin. En üst seviyesine ulaşınca da komaya girersin. Zihnin ve duyguların tamamen ölür, hayatta tek önemli şey esrar bulmaktır sanırsın. Başka hiçbir şey ilgini çekmez olur, bunun için her şeyi verirsin. Ne yapıp ne ettiğini kontrol edemezsin. Zamanlıca bulamazsan bu dünyayla vedalaşman da gerekebilir.”

      “Annenle baban esrar kullandığını biliyorlar mı?”

      “Bilirler. Gizlice tedavi ettirmeye çalıştılar. Tedavi eden doktora da para verip kullanmaya devam ettim. Okuldan atılacak gibi olunca, beni esrardan koparmak, içen dostlarımdan ayırmak için buraya, askere gönderdiler. Ama görüyorsun, bu da çare değil. Bırakamadım. Şunun gibi keyif âlemine nasıl kıyarsın? Nasıl bırakırsın? Bu bir cennettir, cennet!”

      Valdemar, kıpkırmızı burnunu sıvazladı, konuşmayı kesti ve cebinden para çıkarıp bana verdi.

      “Nikolay, sen bakkala gidip salam, kraker, kaymak getir. Dolmadan sonra iştah açılır, sürekli bir şeyler yemek gerekir. Sen gelene kadar ben de biraz keyfime bakayım.” diyerek sonbaharın ılık havasında uzandığı yerde uyuyakaldı.

      Rusya’nın Uzak Doğusu’nun vızıldayan, uğuldayan kalabalık sinek ve böceklerine bana mısın demedi. Ordugâhtaki bakkaldan yiyecekleri getirdiğimde Valdemar, solucan gibi eğri büğrü bir biçimde ayakta durmuş, esrarını yakıyordu. Büyük bir hevesle, dumanını hiç dışarı vermeden içine çekti, yuttu. Biraz sonra gevşeyen bedeniyle rahatlayıp kıkır kıkır gülmeye başladı. Esrar içen birini hayatımda ilk defa görmüştüm.

      “Bunu kimseye söyleme, hapse atarlar. Sovyet kanunu çok serttir. Oysa yurt dışında çok rahattır bu konu. Nerede ve ne kadar içeceğini kendin bilirsin. Oralarda çok da ucuz olduğu söylenir üstelik. Al Nikola, kendine bir şeyler alırsın.” diyerek üç som2 parayı cebime sokuşturdu.

      O zamanlar sınır birliklerinde askerlik yapanlara ayda iki som verilirdi. Som, çok değerliydi. Zaten bu rezaleti söyleyip ne yapacaktım, başıma bela mı alacaktım? Onunla birlikte beni da hapse atarlardı.

      O öyle keyfine bakadursun, ben akşama kadar sınırdaki yamulmuş direkleri düzelttim, ter içinde kalıp çalıştım. Valdemar, esrarı çekip kıtır kıtır krakerini çiğnedi, lıkır lıkır su içip kıs kıs gülerek yattı.

      “Şu gerçek bir zenginliktir. Kenevirin kurumuş tomurcukları ile yapraklarını öğüterek sigaraya karıştırıp içmek de mümkündür. Ancak o şekilde yüksek kaliteli mal değil, ham madde elde edersin.” diyen Valdemar, dönüşte iki cebini de doldurmuştu.

      Tüm sonbahar, nöbette olmadığımız zamanlarda, direkleri ve nehir suyunun alıp götürdüğü yol kenarlarını onaracaktık. Hem nöbete, hem çalışmaya Valdemar’la birlikte gidiyorduk. Ancak çalışan bir tek bendim, o bir ay boyunca esrarını çekip kafayı bulmakla meşgul oluyordu.

      O sene, kış erken başlamıştı. Önce bir hafta durmadan soğuk yağmur çiseledi ve devamı kara dönüştü. Pasifik Okyanusu’ndan esen soğuk ve sert rüzgâr iliklere işliyor, insanı huzursuz ediyordu. Ordugâha kömür getirilmediğinden ve soba yakmak için henüz erken olduğu düşünüldüğünden, geceleri titreyerek geçirir olmuştuk. Soğuktan insanın uyuyası gelmiyordu.

      Bu arada, Valdemar’in başkanlık ettiği bir grup asker, karanlık çöker çökmez Lenin Odası’na toplanırdı. Lenin Odası, dipteki siyaset derslerinin işlendiği ve görsel ders araçlarının bulunduğu özel bir salondu. Adı geçen odada toplanan kalabalık, bütün gece durmadan gümbür gümbür konuşur, yüksek sesle kahkaha atardı. Bazen ben de ısınamayınca ve soğuktan uyuyamayınca asker paltomu üzerime geçirerek yanlarına giderdim.

      Daire oluşturarak oturan beş-atlı asker, bir tane sigarayı sırayla alıp büyük bir zevkle içlerine çekerdi. Kahkaha atıp zevkten mest olurlar, krakeri kıtır kıtır çiğneyerek çay içip sohbete dalarlardı. Mantıklı bir şey konuşulmazdı, olur olmadık