Nağaşıbek Kapalbekulı

Kuş Kanadı


Скачать книгу

kendilerini yataklarına atarlardı. İlk aylarda esrar içen askerler, yemeğe doymak bilmemişlerdi. İyice beslenmiş, dolgunlaşmışlardı. Hatta beden eğitiminde dinçleşerek güçlenmişlerdi, kasları bile ortaya çıkmıştı.

      “İşte gördün mü? Gerçek sporcu oldun. Bir bak aynaya, daha da güçlü olacaksın. Bunun yararlı olduğunu söylemiştim ya sana.” derdi askere Valdemar, sırtını sıvazlayarak.

      Ancak dört-beş ay sonra, esrarcıların burunlarının üstünde kırmızı lekeler oluşmaya başladı ve gözleri çöktü. Artık yarı baygın hâlde, yorgun, bitkin ve aptal aptal dolaşır olmuşlardı. Altı ayın sonunda ise devamlı kullananlar, tamamen kuvvetten düşmüş, unutkan olmaya başlamışlardı. Eski gençlik enerjilerini kaybediyor, gözlerimizin önünde ruha dönüşüyorlardı. Çoğu iyice zayıflamıştı, kemikleri sayılacak hale gelmişlerdi. Canlı ruhlardı ortalıkta dolaşan sanki.

      Gençlik dönemi değil mi, bu dönem her şeyin merak edildiği, olmadık şeylere imrenilen bir dönemdi. Kafayı bularak kahkaha atanların, gürültü patırtı koparanların sayısı arttıkça insanların ilgisi artıyordu. Ben de sık sık yanlarına gidip uzun uzun onlarla kalıyordum. Doğum günüm Mart ayının tam ortasındaydı. Lenin Odası’ndaki askerlere konserve, tatlı ve kraker getirmiştim.

      “Gel Nikolay, doğum günün ya, şunu dene. Sadece bir-iki defa çek de bir bak.”

      “Ya bu dolma muhteşemdir!”

      “Kafayı bul! Doğum gününde seni göklere götürecektir bak.”

      “Bak, şöyle çekeceksin içine, ne kadar güzel! Doğum günün kutlu olsun! Önemli bir yaş! Yirmi yaşına girdin! Bir şey görmeden mi geçeceksin bu hayattan? Yaşam ne için vardır? Bunun gibi zevkleri tatmak, eğlenmek için, mest olmak için vardır. Gel hadi.” diyen Sergey adlı Almatılı hemşerim, bıyıklı, güçlü kuvvetliydi.

      Büyükçe sarılmış dolmasını itiraz etmeme bakmadan elime tutuşturdu. Yanındakiler de hep birlikte gürültü kopardı ve Sergey’e destek vermeye başladılar. Tadını bilen sınır askerleri, bunun enerji veren çok güzel bir ilaç olduğunu anlattılar.

      “Bir delikanlı, kızdan ve dolmadan mahrum kalmamalı!”

      “Bir defa çekiver!”

      “Delikanlı dediğin her şeyi yaşamalı.”

      “Hey esrar, esrar! Yaşam nasıl da esrar.” diyerek şarkı söylemeye başladılar.

      “Bir dene sadece, beğenmezsen içmezsin! Nikalaş tut, doğum günün kutlu olsun!” diyen Valdemar ve arkadaşları, üzerime gelerek, kalınca sarılan sigarayı elime tutuşturduklarında, ağzıma nasıl götürdüğümü hatırlamıyorum.

      “İçine çek! Güzelim değerli malı ziyan etme!”

      “Haydi, haydi! Hızlı, hızlı!”

      “Aferin! Bir daha çek! Bir daha!”

      Gürültü koptu, herkes gülerek alkış tuttu.

      “Hey esrar, esrar. Yaşam nasıl da esrar!”

      Üç-dört defa çektiğimi hatırlıyorum. Duman boğazıma takılmıştı. Gözlerimden yaşlar aksa da üzerime geldiklerinden dolayı, çekmeye devam etmişim. Derken, bir an yer yerinden oynadı, her şey alt üst olup etraf dönmeye başladı. Oturduğum yerden kalktım, sallanarak yatağıma attım kendimi. Çok yorgun hissediyordum. Yatağa gidene kadar iki defa geriye doğru düştüm. Yüreğim ağzıma geldi, gözlerim yuvalarından fırladı. Hiçbir şey görmüyordum. Etraf alev alev yanıyordu, ben de yanıyordum sanki. Yoksa yüksek ve dimdik kayadan aşağıya mı düşüyordum? Azrail gibi, Albastı gibi, bir ağırlık üzerime çökmüş, boğuyor muydu beni? Neyse, dehşet verici anlaşılmayan anlardı. Azı dişlerini gıcırdatan, yumruk kadar kız biçimindeki binlerce veya milyonlarca şeytan, kahkaha atıp “Ecel! Ecel! Ecel!” diye etrafımda dönerek benimle dalga geçiyordu. Hıçkırarak ağlamak istedim, sesim çıkmadı. Zemin kelebek gibi fır fır dönüyordu, yürüyemiyordum. Ciğerlerim ağzıma kadar gelmişti, midem bulandı ve uzun uzun kusmaya başladım.

      Birileri beni köpeği sürükler gibi sürükleyip lavaboya götürdü ve üzerimdekileri çıkarıp hortumdan akan buz gibi su ile öyle bir yıkadı ki… Üzerime binen cin ve şeytanlar, suda bağrışarak zıplıyor, katıla katıla gülüyorlardı. İç organlarım tamamen dışarıya çıkmıştı sanki. İçimde bir şey kalmamış olsa da midem bulanıyordu, hıçkırık tutmuştu. Kendimi koyacak yer bulamıyordum, beton zemin üzerinde bir ileriye, bir geriye geliyordum. Üzerime su döken askerler ise keyifliydi. İlginç bir film seyreder gibi eğleniyorlardı. Sonrasında bütün gece kendimden geçmişim meğer. Ne yapıp ne ettiğimi hatırlamıyordum bile. Sabaha doğru ayıldığımda, yatağıma bağlanmış olduğumu fark ettim. Susuzluktan bedenim iyice kurumuştu. Ölmek üzereydim. Yanıma nöbetçi yaklaştı ve:

      “Kendine gelebildin mi?” diye sordu korkarak. “Sen tam delinin tekiymişsin. Zar zor bağlayabildik.” diyerek beni çözmeye başladı.

      Bağlanmış kısımlar kanlanmış, morararak şişmişti. Bir gözüm açılmıyordu. Bedenimi kaldırmakta zorlanıyordum. Nöbetçinin getirdiği bir bardak suyu kafama diktim ve kendimi yatağa yeniden atınca uyuyakaldım. Üşüttüğümü, hastalandığımı düşündüklerinden, bana dokunmamışlar. Öğleye doğru uyandım. Geceki nöbetçi, bana yakınlık göstererek olanları anlattı.

      “Hadi şu yemeğini ye, biraz kuvvet topla. Azmış şeytanlara uymuşsun. Esrar içen insan, sonunda kendini yitirir, hayatını kaybeder. Şeytanlar dumanla birlikte bedenine girer ve tüm iç dünyanı kemirerek yiyip bitirir. Sen onlardan farklı insansın, çok okuyorsun. Onlara yanaşma, bırak.” dedi Raşid.

      Raşid, çok zayıf bir Tatar askeriydi. Bana akıl vermeye çalışıyordu. Haklıydı. Üzerime dökülen soğuk su nedeniyle ciğerimi üşütünce, kendimi hastanede bulmuştum. Habarovsk şehrindeki bu büyük askerî hastanede bir ay kaldım. İyice zayıflamış, ağzımın etrafı uçuklanmış bir hâlde çıktım hastaneden. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Moralsiz, uykulu ve bitkin dolaşır olmuştum.

      O taraflarda ilkbahar geç gelirdi. Ussuri Taygası’ndaki sık orman dibindeki üzerine hiç basılmamış kar, erimeden uzun süre kalırdı. Havalar iyice ısındığında bile kırmızı renkli suya dönüşür, toprak üzerinde kalmaya devam ederdi. Bölge, yazın bile tamamen kurumazdı, etraf çamur içinde olurdu. Yüzeye çıkan çamurlu suyun üst kısmı yeşilimsi, altı tamamen bataklıktı. Yazın sıcak havalarında çevre sinek, sivrisinek gibi haşerelerle dolup taşardı. Bunlar, vücudun açık yerlerini soktuklarında, zehir gibi acıtırdı canını. Bütün yaz kırmızı yaralar kaplardı sokulmuş yerleri.

      Yazın, havalar ısınmaya başladığında hastaneden çıkıp ordugâha geldim. Benim hâlimi gören herkes çok korktu.

      “Derin kemiklerine yapışmış. Seni melekler korumuş. Yoksa esrarkeş olup çıkardın.” dedi Raşid, beni özel ve samimi bir konuşmaya çekerek. “Sen büyük aydın olacaksın. Seni koruyan güçlü ruhlar var. Onlar senin kötü alışkanlık edinmeni engellediler. Benim babam hocadır, ben her şeyi bilirim. İçinden besmele çek, Allah’ı anmayı unutma.”

      Böylece, Allah yüce ki, biri esrar koktuğunda hemen duymaya başlamıştım. Kokandan iğrenir, midem bulanarak ondan uzaklaşırdım.

      Gece yarıları gürültü koparan Lenin Odası’na artık adımımı atmaz olmuştum. Ölümden döndüğüme bizzat şahit olan Valdemar ve arkadaşları, beni bir daha rahatsız etmediler. Esrar kullanmadan, kötü alışkanlıklar edinmeden sağ salim memleketime döndüm. Aradan uzun yıllar geçse de, bir yerde bulunan esrarı gördüğümde, içen birine rastladığımda, hemen kokusunu almam