Avşar İmdat

Soğuk Rüya


Скачать книгу

elinde büyüyen ‘Betito’ya ağıtlar yakıp gıyabında yas tutuyorlar. Öğretmenler odasının bir köşesinde kafa kafaya vermiş ablalarımız, mesele ciddi ki, karganın ağı mı çok, karası mı çok! diye ha bire lak lak ediyorlar.

      “Ayy! Mariana ağladıkça ben de ağladım kııız!”

      “Ayy! Bizim mahallede elektrikler kesildi, yarısını izleyemedim, neler oldu, anlatın hele!”

      “Zalim adam! Zavallı kadına bu bölümde de göstermedi oğlunu…”

      “Öyle mi? Vay kör olasıca!“

      “Beş bölüm kalmış, Mariana oğlunu bulamadan dizi bitecek!”

      “Mariana, oğlunu bulsa bile, artık tanıyamaz, oğlan kocaman oldu.”

      …

      Biz genç öğretmenler, tabii ki, Türk büyüklerini(!) dinliyoruz. Ara sıra “Gâvurun topuna da maşallah, İslâm’ın topuna da maşallah!” deyip ortalığı harp meydanına çeviriyoruz. Eğitim öğretime müthiş hazırlanıyoruz, sıkı seminer çalışması(!) yürütüyoruz okulda. Ablalarımız Eduardo, Betito, Marianna yabancı dizi kahramanlarının hayat hikâyelerine kadar ezberliyorlar, biz de ağabeylerimizin rehberliğinde Fransız İhtilali, Bolşevik Devrimi, Mayıs Darbesi, Mart Muhtırası, Eylül Cuntası… Yakın çağ tarihi çalışıyoruz.

      Genç öğretmenlerden biri sordu:

      “Süleyman Abi, mücadelelerle, şanlı direnişlerle dolu bir hayat yaşamışsın, tamam, ama ben çok merak ediyorum, hiç pişman olmadın mı abi? En büyük pişmanlığın ne? Önce sen anlat, sonra da Bayram Abi…”

      “Ehe, ehe… Öncü bir devrimcinin her zaman içsel yargılama yapması gerek gençler. Devrimci felsefe her zaman eylemi önceler ama özeleştiri ve çözümleme yapmadan, yeni bir eylem stratejisi olmaz. Diyalektik, sürekli ilerlemenin, tek işlevsel aracıdır. Devrimci anlayış halkta sınıf bilincini oluşturmak için…”

      ‘Devrim’ kelimesine karşı, ruh hekimlerinin bile çare bulamadığı bir alerjisi vardı Bayram Ağabey’in, bıyıklarını burarak araya girdi:

      “Peh! Peh! Peh! Devrimci gelenek! İçsel yargılama! Diyalektik! Çözümleme… İçi boş laflar bunlar. Beri bakın gençler, Süleyman Ağabeyiniz sizi zehirlemesin bu süslü laflarla, ama ha dikkat edin. Biz, geçmişin muhasebesini yaparız, önce aklımızı vicdanımızın yüce divanında hesaba çeker, sonra da çileye gireriz.”

      “Tamam, Bayram Abi sen muhasebe yap, aklını yüce divana gönder, sonra da çileye gir! Ama müsaade et de Süleyman Abi diyalize girip kendini özelleştirsin!”

      “Haydi, Süleyman Abi sen devam et, anlat!”

      “Ehe,ehe… Sevgili gençler! Ben, Arnavutluk’u model alan devrimci örgütlenmeden yanaydım, mitinglerde Enver Hoca posteri taşırdım, bana en çok o koydu! O posterleri taşıdığım için pişmanım.”

      “Nee? Sen nasıl hacının, hocanın arkasına düştün Süleyman Abi! Hani onlar gericiydi? İlerici bir halk önderine yakışır mı bu? Yoksa muska mı yaptılar abi?”

      “İroni yapmayın gençler, bildiğiniz hocalardan değildi Enver Hoca.”

      “O zaman niye pişman oldun, Süleyman Abi?”

      “Görmüyor musunuz gençler? El kadar Arnavutluk’tan, yüzyıllarca tarihin akışını değiştiren koskoca millete devrim modeli olur mu? Üfürsen yıkılır Arnavutluk, temelsiz duvar gibi duruyor, kâğıttan devlet…”

      “Gençken bunları niye göremedin abi, demek Enver Hoca seni cin gibi çarpmış! Yoksa devrimin büyüsü mü efsunladı?”

      “Sormayın gençler, akıl diye ot köküne sarılmışız bir zaman. Türk halkının iç dinamiklerinden haberimiz yoktu.”

      “Okula orak çekiçli bayrak astığınızı da söylesene Süleyman, onun için pişman değil misin? Niye söylemiyorsun? Söyle de duysun gençler!”

      “Öyle mi Süleyman Abi?”

      “Bizi yıpratmak için yapılan kara propaganda bunlar, inanmayın.”

      “Süleyman Abi, hani Türk Solu diyordun sen, bu orak çekiç? Ne iş?”

      “Ben Enver Hoca’nın demokratik devriminden yanaydım, Bayram’ın söylediği, bizim diğer fraksiyonların işiydi. Biz, ezilen halk kitlelerinde sınıf bilincinin oluşması ve devrimin gerçekleşmesi için öncü aydınların emekçi halkı aydınlatmasından yanaydık.”

      “Emekçi halkı aydınlatabildiniz mi Süleyman Abi?”

      “Yok, Türk halkında sınıf bilinci yok gençler. Türkiye’de sınıf bilincinin üstünden silindir gibi geçmişler. Baş kaldıranı ezmiş devlet, o yüzden bu halk, devrimin temel dinamiklerinden yoksun, bu halk ile devrim yapılamaz. Devrim için, Çar Nikolay’ı tahttan indiren, sınıf bilincinin zirvesine ulaşmış bir halk, öncü bir lider gerek…”

      “Sıra sende Bayram Abi, senin pişmanlığın ne? Haydi, anlat!”

      “Evet, gençler! Ben şöyle geçmişe doğru bir gittim, bir muhasebe yaptım da…”

      “Eee Bayram Abi?”

      “Bizim bir marşımız vardı, o marşı bağıra bağıra söylediğime pişmanım.”

      “Hangi marş Bayram Abi?”

      “Anamız vatandır, babamız devlet…”

      “Niye ki abi?”

      “Mamak’ta, babamdan yediğim dayağı, bir ben bilirim, bir de bizim arkadaşlar…”

      Süleyman Ağabey bıyıklarını ağzının içine doğru sıvazladı ve gülerek araya girdi:

      “Gençler, bunlar var ya? Bunları Kürşat’ın narasıyla Tanrı Dağı’ndan indirip, Mamak’a tıktı devlet babaları.”

      “Sen nerede yattın Süleyman Abi?”

      “Ben mi, Metris…”

      Bayram Ağabey, göğsünü gererek geriye yaslandı, elini bıyığına atıp bize döndü:

      “Bunlar da ‘Jandarma Biz Sosyalistiz’ diye çok marş söylediler ama cunta, bunları, dipçikle vura vura, süngüyle dürte dürte Metris’e tıktı. Niye söylemiyorsun Süleyman?”

      “Vaay! Öyle mi Süleyman Abi?”

      …

      Süleyman Ağabey cevap vermeyince gençler mevzuyu hemen değiştirdiler:

      “Abi, içeride kendini kurtarmak için ötenler oldu diyordunuz, doğru mu? Kimler öttü abi?”

      Süleyman Ağabey kendini devrime adamış bir halk önderi kimliği ile atıldı:

      “Benim ağzımdan tek söz alamadılar, satmadım hiçbir devrimci yoldaşımı, işkenceler karşısında pasif direnişe geçtim, eyleme devam! Devrimci direnciyle, bana psikolojik baskı uygulayan adamın psikolojisini bozdum. Devrimci ahlakla yetiştik biz.”

      “Helal Süleyman Abi! Sana da bu yakışırdı, baskılar, işkenceler yıldıramaz seni!”

      “Tehooo! Devrimci ahlakmış! O da ne? Bunlar boş laf!” diye gürledi Bayram Ağabey. Gençler, Bayram Ağabey’e döndü:

      “Bayram Abi, sen ne yaptın içeride?”

      “Biz de töre var, töre! Ser verilir, sır verilmez gençler. Kırk beş gün kaldım içeride, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiler. Akla gelmez işkenceler yaptılar ama yuttum dilimi, tık yok, hiç konuşmadım, devlet bile benden hiçbir şey anlayamadı.”

      “Bunlar