Avşar İmdat

Soğuk Rüya


Скачать книгу

nazlanan kızın elinden tuttu, diğer oyuncuların alkışları arasında sahnenin dört bir yanını dolaştılar. Sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk bir sel olup aktılar, aktılar, aktılar…

      Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi.

      “Besdi, yahşı!” dedi. “Yahşı, belece ey!”

      Gençler, dışarı çıkarken uzun boylu, şık giyinmiş biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı, çalgıcılara dağıttı. Tarcı boynunu eğip:

      “Uşak hestedi.” dedi. “Derman alıp aparacağam, iki lira daha ver. Gelen hefte eksik verersen de.”

      “Bana söylenen bu.” dedi adam. Başka para vermedi…

***

      Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı.

      “Kapıya baaak!”

      Kalktım, aceleyle kapıyı açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da on yaşlarında bir kız çocuğu… Kız, -anası mı, ninesi mi- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Ben kapıyı açtığımda küçük kız, yüzünü kadının eteğine iyice gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdele… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu, eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle:

      “Oğul” dedi, “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”

      Bu sözler, bir bıçak gibi saplandı yüreğime. Kanım içime aktı.

      “İçeri gelseydin teyze!” dedim. “Gel, soğuk, çocuk da ısınır biraz.”

      “Yoh, balam!” dedi. “Çoh sağ ol, gedek!”

      İnce, zayıf, esmer elini kapatıp, apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da eteğe bağlıymış gibi, kadının savrulan eteğiyle birlikte dönüverdi. Kızın yüzünü hiç göremedim. Bir bahaneyle bu kızın gözlerini göreyim istedim, kapıdan sarkıp, ardından umutsuzca çağırdım.

      “Küçük kız, adın ne senin?”

      Kız dönüp bakmadı bile, kadının eteğine iyice sokuldu. Kadın, birkaç basamak aşağıdan seslendi, sesi bana kadar zor ulaştı ve soğuk duvarlara çarpıp kayboldu:

      “Pünhane, balam.” Dedi. “Pünhane.”

      Günlerce, gecelerce kızı düşündüm, geceler boyu konuştum o kızla:

      “Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ya ellerin, ellerin? O küçücük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların, bombaların önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Yüzün niye çocuk yüzü değil, niçin bu kadar yanmış? Bombaların, kurşunların sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renkti Pünhane? Akan kanı gördü mü o gözlerin? Kanlar sıçradı mı evinizin duvarlarına? Kanlar? Duvarların dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? Bir ceylan gibi korkulu gözlerle kan içen sırtlanlara baktın mı? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Okula gidiyor muydun? Ya kalemin, defterin, boyaların? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların, arkadaşların öldü mü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların?”

      Hiçbir gece, hiçbir soruyu cevaplamadı o kız, hiç bakmadı yüzüme, hiç görmedim gözlerini…

      Gece, sulu sepken bir kar yağıyordu. Pencereden dışarı baktım. Gök gürledi, şimşekler çaktı ardı ardına. Belki şimşek değildi, uzak şehirlere, köylere bombalar yağıyordu. Ortalık önce aydınlandı ve tekrar zifiri bir karanlığa gömüldü. O bir anlık aydınlıkta, ışıklarla birlikte bir kız gelip karşımda durdu. Uzun bir beliği vardı, beliğinin ucunda da bir kurdele. Cama yaklaştıkça kayboldu yüzü. O uzak şehirlerden kaçmıştı belli. Islanmıştı, perişan, yorgun, korkulu, ürkek. Uzansam kızın ellerini tutacaktım. Ellerimi uzattım ama ellerim boşlukta asılı kaldı. Elimi tutmadı, elleri yoktu kızın. Kaşları, gözleri, ağzı, burnu, yanakları yok. Bir belik ve bir kurdeleden ibaretti bu kız. Kurdelesi kana batmıştı, kıpkırmızıydı. Yüzünde bir ışık parladı, beyaz bir ışık. Ve o belik de, o kurdele de eridi, kayboldu bu ışığın içinde. Kızın ardından, esmer, zayıf, bir el uzandı cama. O el, uzadı, uzadı, camı delip gözlerimin önüne kadar geldi. O kadının eliydi. O esmer, zayıf elden kan akmaya başladı. Sonra bu elin arkasında bir kadın silüeti belirdi. Karanlığın içinde koyu bir gölge gibi duran kadının da yüzü yoktu ama sesini duydum. Sesi çığlıktı:

      “Oğul!” dedi. “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”

***

      Uyuyamadım, erkenden kalktım. İşe giderken apartmanın aksakalı Kelbayı kesti yolumu.

      “Hoca!” dedi. “Apartmanın gapıcısı çekip gedip, daha gelmir, ca-van bir uşak tapmışam, indice bura gelecek. Sen danış onunla, apartmanın idarecisi sensen de hoca. Heberin yokdu? Dünen men yandırmışam gazanı.”

      “Tamam, gelsin Kelbayı.” dedim. “Gelsin bakalım!”

      Apartmanı, güya Kelbayı ile birlikte yönetiyorduk. Ben hesap işlerine bakardım, o da odun, kömür, temizlik, tamirat. Her ay bir bağırtı çökerdi bizim apartmana. Asansör bozulur, sular kesilir, elektrik tesisatı yanar, yakıt donar, kanalizasyon tıkanır, kapıcı parası ödenmez.

      “Temeli bozuk bu binanın?” dedi, Kelbayı, “Bu sakalımdan utanıram, yoksa bunların hamını vereceksen gılıcın gabağına.”

      “Az kaldı, bu kışı da atlatsaydık.” Dedim. “ İlk işim, başka bir yere taşınmak olacak.”

      Biz Kelbayı ile konuşurken, ince, kara kuru bir genç yaklaştı.

      “Gününüz heyr!” dedi.

      “Uşak geldi hocam, bu uşak…” dedi Kelbayı.

      Gelen, on beş on altı yaşlarında bir delikanlıydı. Sabahın seherinde gelip dikilmişti kapıya. Gözlerinden uyku akıyordu. İkide bir esneyip gözümün içine bakıyordu. Ben şaşkın süzüyordum çocuğun gözlerini. Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovalarla, kazan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım bodrumun karanlık basamaklarında. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan, azarladılar beni, kızdılar, sövdüler.

      Dünyanın her hâlini görmüş koca Salman Dayı, dayanamamıştı bu apartmanın kahrına. Şerul’a gitmiş olmalıydı. Hep Şerul’dan bahsederdi. Üstelik her iş gelirdi Salman Dayı’nın elinden. Elektriği, suyu, kazanı kendisi tamir ederdi. Bu çocuk, daha yeni yetme bir delikanlı. Nasıl yapacaktı? Daha ana kuzusu bu çocuk! Soğuk sabahlarda nasıl uyanacak erkenden, nasıl yakacak kazanı, o ağır kovaları nasıl kaldıracak? Nasıl?

      Umutsuzca sordum:

      “Sen… Sen, yapabilir misin? Zordur.”

      Çocuktan önce Kelbayı cevap verdi.

      “Beli, cavan uşakdı de hoca, nece yapamaz? Men bu uşak kimin cavan olsam, taşı sıkıp un eyliyerdim ahı.”

      “Daha çok genç Kelbayı, daha çocuk…”

      Sözümü tamamlayamadan atıldı çocuk:

      “Men bacararam abi!” dedi. “Ahı, bundan gabak başka binalarda da işlemişem.”

      Olmaz deyip geri döndüremedim çocuğu. Bodruma indik. Her taraf is pis, kömür kokusu, nem kokusu… Köşede kapıcıların kaldığı derme çatma bir kulübe… Çürümüş, su sızdıran borular, birbirine