Avşar İmdat

Soğuk Rüya


Скачать книгу

şimdi.”

      Yüzümdeki endişeden bir felaket sezdi kadın, iki elini havaya açıp yalvardı:

      “Seyfettin! Seyfettin! Düzünü de, ay oğul! Ne olup e?”

      Adam söylediklerime inanmak ister gibiydi, kadına döndü:

      “Bir şey olmayıp deyir, işitmedin? Tez ele, gıza heber ver, gelsin uşakların başında dursun!” dedi.

      Kadın:

      “Birini Garabağ’a bastırdım, ay Allah! Bunu mene bağışla!” dedi, sinesini döverek çıktı.

      İçeri girdik. İçerdeki çocuk sürekli ağlıyordu. Herhâlde bu çocuğa ilaç alacaktı tar çalan adam. Kurdeleli kız, küçük kardeşini avutmaya çalışıyordu. Bir ateş kütlesi geçmişti kızın yüzünden, yanmıştı yüzü, yüzü yoktu. Adam çaresiz dolanıyordu odada.

      “Gideceği yer uzak mıydı? Keşke arabayla götürseydim teyzeyi?” dedim.

      “Irak değil, yakındı.” dedi. “Kızımı burada ere vermişem, indi geler.”

      O soğuk, o perişan odanın duvarları üstüme üstüme geldi. Oda çöküyor, duvarlar üstüme yıkılıyordu. Duvarda, fotoğraftaki genç, uzaklara dikmişti gözlerini. O genç, birden o resim çerçevesinden ellerini çıkardı, ellerini görüyordum. Yanı başına asılmış tarı aldı, tar acı acı inlemeye başladı. Tarın sesi, ağlayan çocuğun sesi, yıkılan duvarların sesi… Duvardaki bayrağın renkleri, eridi, sarardı, soldu. O bayrak, tutsaktı, kıpırdayamıyordu, sanki bir rüzgâr bekliyordu. Tarın sesinde, çok uzaklardan gelen bir Karabağ Şikestesi vardı, duyuyordum.

      Adam bana hiçbir şey sormuyor, ben hiçbir şey söyleyemiyordum. Zaman durdu, saatler dondu kaldı, her dakika bir yıl oldu.

      Koridordan telaşı sesler geldi, kapı açıldı. Odaya kadın girdi önce, ardından iri gözleriyle dünyalar güzeli bir genç kız ve iri yarı, kırk-kırk beş yaşlarında bir adam… O iri yarı adam bu kızın ‘eri’ olmalıydı. Birden o genç kız, bir ormanda sırtlanların kovaladığı bir ceylan oldu, kayalardan koyaklardan sekerek can havliyle koştu, koştu. Kurtuldu sırtlanların elinden. Adım atacak takati kalmamıştı ki, bir kurt peyda oldu başucunda ve ceylan kurdun ayakları altına yuvarlandı, teslim oldu çaresiz.

      Genç kız ağlayan çocuğu bağrına bastı. Diğer kız, ablasının eteğine sarıldı. Duvarlar hâlâ çatırdıyor, tar hâlâ çalıyordu. Bayrak ‘ne ise’ bir şeyleri bekliyordu.

      Odadan çıktık.

      Arabada kadın, ağlıyor, adam hiç konuşmuyordu. Ben o genç kızı düşünüyordum. Kim bilir, Karabağ’da ikrar verdiği bir genç vardı, o genç de kör bir kurşunla yıkılmış, bu kızın umutları, kavli, ikrarı kana bulanmıştı. Kaç kez ceylan gözlerini yatırıp ıraklara bakmış, yol gözlemişti…

      Hastaneye geldik. Seyfettin hâlâ gözlerini açmamış. Solunum cihazını da çıkarmışlar. Ben giderken konuşuyordu, arada bir gözlerini açıyordu, şimdi nefes de almıyordu.

      Hemşire bir kâğıt uzattı bana, hiçbir şey olmamış gibiydi sesi:

      “Öldü.” dedi. “İmzalayın!”

      Adam da kadın da o cılız bedenin üstüne kapandı. Hastanenin ilaç kokulu koridorlarında yürekleri dağlayan bir ses yankılandı:

      “Seyfettin! Seyfettin!”

      O ses, büyüdü, değişti, taştı hastaneden. Önce şehre dağıldı, şehrin bütün camlarına çarptı, sonra tekmil ufukları tuttu bu ses ve tüm dünyaya yayıldı:

      “… Garabağ gaçgınıyık…!”

      ŞEHNAZ HANIM KOLEJİ 2

      Türkülerimizin gür sesi B.Bilge Tokel’e…

      Benzi soluk bir eylül…

      Öğretmenler odasındayız…

      Kimler yok ki odada… Maarif davamızın yılmaz, yıkılmaz, sarsılmaz neferleri, fırtına önünde gazel gibi bir sürgünden bir sürgüne savrulmuş ülkü erleri, halk önderleri, Mayıs’ta ihtilaller, Eylül’de darbeler, Mart’ta muhtıralar, rüyalarında hep postallar görmüş ağabeylerimiz; dağlar kucağındaki yolsuz köylere katır sırtında heybe heybe kitap, elektriksiz köylere bilim aydınlığı taşımış, üç yılda bir rotasyona uğrayıp yedi bölge dört iklimi dolaşmış ablalarımız ve onların yürek dağlayan hatıraları ile büyüyen, idealden yoksun eylül çocukları, yani biz, genç öğretmenler…

      Bir kenar mahallede bizim okul. Kavruk tenli, karayağız, zayıf, cılız, saçları kirpi dikeni gibi çocuklar okur. Dört bir yanındaki evler gibi yıkık, dökük, perişan. Giriş kapısının üstünde yıllar önce asılmış, mermere hak edilmiş iri harfleri bile okunamayan, kocaman bir tabela var. Tabeladaki yazılar zaman yağmurunda ıslanmış, sularla akıp gitmiş, okulun adı bile yok. Sıvaları çatlak, topraktan yeni sökülmüş bir ağacın köklerine benzer duvarlar. Duvarların boyası da çoktan renk vermiş, solmuş, bozarmış, ölüm döşeğinde bir hastanın yüzü gibi soluk, cansız. Sınıf kapıları, çoğu yuvasından çıkmış, eğilmiş menteşeleri ile bir ihtiyarın ağzında sallanan çürük dişler gibi. Camlar delik deşik, pencerelerin bir kısmı, boş çerçevelerden ibaret. Bel vermiş çatı, kiremitler ufalanmış, tüyleri yolunmuş bir cılız tavuğu andırır. Civcivler gelince şenlenir, palazlanır…

      Bilgi yarışmaları, proje, resim, kompozisyon yarışmaları… Yerimiz önceden belli, hep sonuncu oluruz, sürünün en arkasından geliriz ama müzik yarışmalarında rakibimiz yok. Müzik öğretmenimiz de yok, olsun, tüm ‘abdal uşakları’ bizim okulda ya… Kavruk yüzlü, yağız tenli uşaklar saz, keman, davul, zurna… Evde ne varsa kapıp gelirler. Bozlak, kırık hava, halay… O yanık sesleriyle bir türküye başladılar mı, karşımızda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bile duramaz. ‘Cürü’yü sallar, sarsar bizim uşaklar! ‘Cürü’ üyeleri, sazın göğsünde, vurulmuş bir serçe gibi çırpınan, perdelerde keklik gibi seken çatlak derili elleri, kemanın tellerinde ahenkle dolaşan küçücük parmakları, davulların gergin derisine yek ahenk inen çomakları, çocukların ciğerinden kopan nefes ile yanık yanık öten zurnaları görünce donup kalırlar ve ne kadar puan varsa bize verirler…

***

      Derslerin başlamasına hayli zaman var, ilk haftası Eylül’ün. Mücadeleci, direnişçi ağabeylerimiz, ablalarımız ve ‘Eylül’ün’ ürettiği ‘Sev-gençler’ tam kadro okuldayız. Öğretmenler odasında, aksak ayağının altında koca bir tuğla olan upuzun masada, kalın kitaplar, çarşaf çarşaf yıllık plan kâğıtları, kırmızı, mavi kalemler…

      Bayram Ağabey ve Süleyman Ağabey, iki eski hasım… ‘Eylül öncesi’ hatıralarını anlatıyorlar. Onlar okulun aksakalları, onlar abi, onlar büyük; hatta Türk büyüğü sayılır ikisi de. Hangisinin yüz birinci, hangisinin yüz ikinci Türk büyüğü olduğu ise hâlâ tartışmalı, hâlâ belirsiz, muallâkta…

      Bayram Ağabey çenesine doğru sarkıtır gür bıyıklarını, uçlarından iki eliyle kavrar, yukarı doğru kıvırır boş kaldığında. Kasap çengeli gibi durur bıyıkları. En son otuz yıl önce, devrimciliğe adım attığı yıl görmüşler Süleyman Ağabey’in üst dudağını. Bıyıklarını alt dudaklarıyla ıslatır, nemlendirir, kıvama getirir, sonra dişler, geveler bıyıklarını. Bir de su içtiğinde sağ elini üst dudağına bastırır, bıyıklarına takılıp kalan suyu, ağzının içine doğru birkaç kere sıvazlar…

      Deprem yedi yüz kilometre ötede, Erzincan’da