Seyit Emiroğlu

Kars'tan Konya'ya Masallar


Скачать книгу

Taşlıova, Seyit Emiroğlu

      Kars’tan Konya’ya Masallar

      SUNUŞ

      Türk sözlü kültürünün, zengin ve yaygın örneklerini gördüğümüz türlerden biri de masallardır. Çocukluk yıllarında duymaya başladığımız bu kısa anlatılar, hayatımızın her aşamasında ilgi çekici olayların ve ibretlik hikâyelerin bulunduğu metinler olmuştur. Bir yandan anlatanın kişiliği ve anlatımın ortamı, diğer yandan da tahkiyedeki akıcılık, hem dinlemenin hem de hayal kurmanın yolunu açmıştır.

      Eğlendirerek düşünmeyi sağlayan, bilgilendiren ve özellikle ibretlik olaylarla kişiliğin oluşmasını ve doğru davranış kalıplarını aktarmayı amaçlayan masallar daha kalıcı ve dilden dile taşınır olmuştur. Özellikle çocukluk yıllarında dinlediğimizde yaşanmış ve gerçek olduğuna inandığımız masallar, annemizin ve anneannemizin dilinde daha etkileyici hâl alarak bir sonraki anlatıma kadar zihnimizi kurcalayan ve bir o kadar da şekillendiren özellik göstermiştir.

      Türk dünyasında ve hususen Anadolu sahasında çeşitlenmelerini görebileceğimiz masallar, kendisine mahsus bütünlük içinde oluştuğu gibi bazen müstakil bir halk hikâyesinin masala dönüşmesi ile şekillenmiştir. Sözlü geleneğin bu yönü, kültürü taşımak için her anlatım türünün kullanıldığını ve esasen Türk insanının değerlerini ve kabullerini aktarmak için dilin bütün imkânlarını kullandığını göstermesi bakımından önem taşımaktadır.

      Bu kitapta yer alan masallar, Kars’tan ve Konya’dan farklı tarihlerde derlenmiş metinlerden oluşmaktadır. Derlemeler farklı kişilerle yapılan görüşmelerde gerçekleşmiştir. Sözlü kaynak kişilerin anlatımları sesli ve yazılı olarak kaydedilmiş olup, metinler yazıya aktarılırken değiştirme-düzeltme boyutunda bir müdahalede bulunulmamıştır.

      Ninni’den sonra, çocukların duygu ve düşünce dünyasını şekillendiren masallar, yazıya aktarıldığı durumda da bu iki temel özelliğini korumaktadır. Dinleyici olmaktan, okuyuculuğa geçişte esas olan, yine masal dünyasına girebilmek ve yine masal ülkesinde masal kahramanları ile konuşmak ve düşünmektir. Bunun için de elbette ki okuduğumuz metnin sözlü kültür yapısı içinde oluştuğunu, aktarıldığını, çeşitlendiğini ve bu süreçte tükenmeyen bir değişimi yaşadığı gerçeğini unutmamak gereklidir.

      Millî olması yanında milletlerarası değere ulaşması, masalı hem iletişimin hem de kültür aktarımının taşıyıcısı yapmaktadır. Biz de bu kitapta bir araya getirdiğimiz metinlerle, kuşaklar arasında taşınacağını ümit ederek, masal ülkesinden gerçek dünyanın geleceğine mütevazı bir katkı yapmayı amaçladık. Okunduğunda “ben bunu bir yerden hatırlıyorum, ben bunu duymuştum” gibi çağrışımlar, amacımızın da karşılığıdır.

      MELEK FATMA1

      Bir varmış bir yokmuş, develerin tellal, pirelerin berber, bülbüllerin seyyah olduğu zamanların birinde, zengin, akıllı, cömert bir bey yaşarmış. Karakaşlı, kara gözlü, kara saçlı, uzun boylu, beyaz tenli bu beyin adı da Yusuf’muş. Yusuf Bey güzel yüzlü olduğu kadar güzel huyluymuş da, açları doyurur, çıplakları giydirirmiş. Hastalara şifa, dertlilere deva olurmuş. Kapısına kim gelse boş çevirmezmiş.

      Büyük ülkenin, büyük şehrinin, büyük köyünde yaşayan Yusuf Bey’in büyük bir çiftliği varmış. Çiftliğinde ipek yeleli uzun kuyruklu atları, tatlı tatlı meleyen kıvırcık kuzuları, “üüürrüü üüü!” diye öten al renkli horozları, “ gulu gulu!..” yapan hindileri, bol sütlü sarı inekleri varmış. İki dağın arasından köpük köpük akan çayın kenarına kurulan çiftlik evi, saray gibiymiş. Mavi boyalı pencereleri gökyüzü güzelliğindeymiş. Bacasından tüten duman nazlı nazlı salınır sonra da bulutlara karışırmış.

      Bu güzel evi yuva yapan, Yusuf Bey’in güzeller güzeli hanımı ve dünya tatlısı kızı Fatma imiş. Pembe yanaklı, al dudaklı, sırma saçlı Fatma, annesinin, babasının göz bebeğiymiş. Kocaman çiftliklerinde gönlünce koşup oynarmış. Ata binermiş, tavuklara yem verir, ineklerden süt sağarmış. Kümesten her gün yumurtaları toplayarak büyüklerine yardım edermiş. Annesi de babası da onun üzerine titrer, bir dediğini iki etmezmiş. Fatma çiftlikte en çok kuzularla oynarmış. Kucağına alır onları okşar severmiş.

      Annesi ve babası gibi Fatma da çok iyiliksevermiş. Oyuncaklarını arkadaşlarıyla paylaşır, gücü yettiğince herkese yardıma koşarmış. Arkadaşları ona iyi kalpli olduğu için “Melek Fatma” derlermiş.

      Her biri bin güzellikte olan günler gelip geçiyormuş. Yaz bitmiş güz gelmiş. Hazan mevsiminin hüzünlü güzelliği çiftliğe de yansımış. Kızıl ve sarı yapraklar yerlere halı gibi serilmiş. Dalından düşen her yaprak Fatma’nın içinde tuhaf hisler oluşturmuş.

      Sonbaharın yağmurlu bir sabahında Fatma’nın güzeller güzeli annesi hastalanmış. Günlerce yatakta yatmış. Yemeden içmeden kesilmiş. Gül yüzü solmuş, feri, takati kesilmiş yerinden kalkamaz olmuş. Yusuf Bey ülkede ne kadar hekim varsa hepsini getirmiş ama kimse çare bulamamış. Bir sabah yürekleri yakan acı haber çiftlikten şehre yayılmış. “Yusuf Bey’in güzel eşi vefat etmiş.” diye insanlar birbirine haber vermiş.

      Yusuf Bey ve Melek Fatma çok üzülmüşler. Günlerce ağlamışlar. Evleri insanlarla dolup taşmış. Herkes teselli etmek için ellerinden geleni yapmışlar.

      Aradan aylar geçmiş güz gitmiş, kara kış gelmiş. Kar yağmış her yer beyaza bürünmüş; fakat çiftlikteki keder bir türlü bitmemiş. Yusuf Bey’in gözyaşını hiç kimse dindirememiş. Çiftlikte eski huzur, mutluluk ve neşe kalmamış. Yusuf Bey odasından çıkmaz olmuş. İşler birikmiş. Hayvanlar telef olmaya başlamış.

      Fatma annesinin ölümünden sonra babasının hâline çok üzülmüş. Her sabah babasının odasına gidip ona sarılmış; ama babasına teselli olamamış. Elinden gelen bir şey olmayınca da iki gözü, iki billur çeşme gibi ağlamış durmuş.

      Bir gün komşu çiftlik sahipleri bir araya toplanmışlar: “Yusuf Bey’e bir çare bulmalıyız!” demişler. Günlerce düşünmüşler, konuşmuşlar sonunda karar vermişler. Sonra da Fatma’ya da soralım demişler. Bir akşam Yusuf Bey’in çiftlik evinin salonunda toplanmışlar önce Fatma’ya: “Melek Fatma biz babanın evlenmesini istiyoruz. Belki yalnızlığı biter eskisi gibi olur. Yoksa o da annen gibi hastalanır sonra da Allah korusun.” demişler. Fatma biraz düşündükten sonra: “Siz büyüklerim böyle karar verdikten sonra ben ne diyeyim ki. Evlendirin.” demiş. Fatma’dan sonra fikirlerini Yusuf Bey’e de açmışlar. Gözleri yaşla dolan bey başını hafifçe “evet” manasında sallamış.

      Ertesi gün hemen işe koyulmuşlar. Aramışlar, taramışlar. Köyleri şehirleri dolaşmış, on at, kırk nal eskitmişler. Kimisi, “Beye varmak kolay ama kürkünü taşımak zor ben varmam.” Kimisi, “Ben padişah isterim varmam.” Kimisi de, “Ben çiftlikte hayvanlarla yaşamam.” demiş. Sonunda uzak mı uzak bir köyde bir hanım bulmuşlar. Güzel değilmiş ama çaresizlikten bu olsun demişler. Hanımın Ayşe adında bir de kızı varmış. “Hem kızı da Fatma’ya arkadaş olur.” diye düşünmüşler.

      Hemen Yusuf Bey’e haber salmışlar. Az da olsa yüzü gülen Yusuf Bey düğün hazırlıklarına başlamış. Büyük ocaklar kurulmuş. Kırk büyük kazanda yemekler kaynamaya başlamış. Fakir fukaraya sofralar donatılmış. Yetimler giydirilmiş. Açlar doyurulmuş. Yusuf Bey çiftlikte heyecanla bekleye dursun biz yeni gelinin düğün alayına bakalım hele.

      Gelini allamışlar pullamışlar, güzel mi güzel bir ata bindirmişler. Geldikleri yol tozlu, uzun olsa da, öndeki davul zurnanın ezgisi, arkada da düğüne katılanların şen sesleri her yere mutluluk saçıyormuş. Yol boyunca çalıp oynamışlar, gülmüş eğlenmişler. Biraz yorulmuşlar; ama sonunda çiftliğe varmışlar.

      Yeni gelin yüksek tepeye geldiklerinde kırmızı duvağının altından çiftliğe bakmış sonrada İçinden “Pek güzelmiş. Sultanlar gibi yaşayacağım. Bir de şu kızı olmasa!” diye geçirmiş.

      Düğün alayını uzaktan görenler karşılamak için önüne koşmuş, çiftliğe kadar eşlik etmişler. O gece sabaha kadar yemekler yemiş, bol bol eğlenmişler.

      Gel zaman git zaman, aradan aylar, yıllar geçmiş. Üvey anne ve kızı Ayşe, Fatma’ya ilk günlerdeki gibi iyi davranmamaya başlamışlar. Kötü ve zor işlerin hepsini Fatma’ya