Seyit Emiroğlu

Kars'tan Konya'ya Masallar


Скачать книгу

geçmişler, sonunda Peri Padişahı’nın sarayının kapısına varmışlar. Fatma arabadan inince bir de bakmış ki yürüyeceği yollara güller dökülmüş, inciler serpilmiş. Fatma’yı görmeye gelenlere altınlar saçılmış. Fatma mahcup olmuş. Al yanakları iyice allanmış. Kapının iki basamak yukarısında da Peri Padişahı bütün görkemiyle ayakta durarak Fatma’yı bekliyormuş. Fatma’nın güzelliğini görünce dili tutulmuş. Kısa bir süre hiçbir şey konuşamamış.

      Fatma ve Peri Padişahı akşama kadar yemiş, içmiş, binbir çiçekle bezeli sarayın bahçesinde gezmişler. Güneş yavaş yavaş dağların ardına saklanmaya koyulduğunda, Peri Padişahı: “Fatma ben seni çok seviyorum. Benimle evlenip sarayımın sultanı olur musun?” demiş. Fatma utanmış yüzü pespembe olmuş, sessizce, “Evet olurum, ama üvey de olsa benim bir annem var, beni ondan istemeniz gerekir” demiş. Peri Padişahı Fatma’nın cevabına çok sevinmiş. İçinden “Melek Fatma, seni çok mutlu edip perilere sultan edeceğim” demiş.

      Gitme vakti gelip çattığında Fatma Peri Padişahı’ndan izin isteyerek yola koyulmuş. Atların çektiği işlemeli güzel araba Fatma’nın otlağına vardığında sabah olmak üzereymiş. Fatma hemen ineklerini saymış bakmış ki eksik olan yok. Üstelik inekler öyle güzel beslenmişler ki, memelerinden sütler fışkırıyormuş. “Üvey annemin verdiği yünü de eğirip iplik yaptım. İnekler de iyi beslendi. Artık dönme zamanı geldi ” diyerek yumak torbasını sırtına atmış. İnekleri de önüne katarak dönüş yoluna çıkmış.

      Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda bir kayanın üstüne çıkmış bakmış. Bir de ne görsün! Gökteki yıldızlar fener olmuş yolunu aydınlatıyormuş. Yolun kenarında da bir tavşan uzanıp yatıyormuş. Hemen kayadan inmiş tavşanın yanına koşmuş. Bir de bakmış ki tavşanın ön ayağına diken batmış kanıyor. Tavşanın ak tüyleri al kana bulanmış. Dikeni çıkarmak için o yana çevirmiş olmamış, bu yana çevirmiş olmamış. Bir türlü dikenin yerini görememiş. “Ne yapsam ne etsem” diye düşünürken gökteki Ülker Yıldızı dile gelmiş, “güzeller güzeli Melek Fatma, ışıklarımı iyice yakıyorum şimdi çıkar dikeni” demiş. Fatma, Yıldız’a teşekkür ettikten sonra tavşanın ayağındaki dikeni çıkarmış. Dikeni çıkarınca bir de ne görsün! Diken kocaman değil miymiş? “Aman tavşan kardeş, bu sihirli, koca bir diken, nerede yürüdün de ayağına battı? Senin iyileşmen için bir damla gözyaşı lazım. Sen kımıldamadan dur, ben şimdi gözyaşımı senin ayağına damlatacağım”, demiş. Eğilmiş inci gibi gözyaşını tavşanın ayağına damlatmış. Tavşan hemen iyileşmiş. Fatma’ya teşekkür ederek koşa koşa dağa tırmanıp gözden kaybolmuş.

      Tavşan iyileşip gidince Fatma da yola koyulmuş. Gitmiş gitmiş, sonunda evine varmış. İnekleri ağıla doldurduktan sonra evin kapısını çalmış. İçeriden, “Bu saatte kim kapıyı çalıp beni rahatsız ediyor”, diye üvey annesinin öfkeli sesini duymuş. Önce korkmuş, kısa bir müddet susmuş. Sonra ses tekrarlanınca: “Benim, Fatma. İnekleri doyurdum, yünleri eğirdim, eve döndüm anne kapıyı açar mısın?”, demiş. Üvey anne çok şaşırmış “Nasıl gelebilir? Onu kurtlar kuşlar yemiş olmalıydı. Açıp bakayım bir, belki de Fatma değildir”, demiş. Kapıyı açmış gecenin karanlığında ay gibi parlayan, güneş gibi gülen, gözleri kara elmas gibi ışıldayan, saçları sırma gibi savrulan, yanakları elma gibi al, dudakları kiraz gibi kırmızı, nazenin, güzeller güzeli Fatma’yı görmüş. Üzerinde tüllerle süslü elbisesi, gerdanında ay rengi incisi, kulaklarında yıldız gibi sallanan küpesi, Belinde altın kemeri varmış. İnanamamış üvey annesi, “Sen yamalı elbiselerle gittin tüllü kıyafetle geldin. Nasırlı ellerle, çatlamış yanaklarla, keçeleşmiş saçlarla gittin peri kızı gibi geldin. Nasıl oldu bu hele bir anlat”, demiş. İyi yürekli Fatma başlamış başından geçenleri anlatmaya. O anlattıkça üvey anne kızı Ayşe’yi göndermediğine pişman olup, üzülüyormuş. Saatlerce olanları dinlemiş sonra da “Bundan sonra inekleri otlatmaya kızım Ayşe gidecek. Sen evde kalıp ev işlerini yapacaksın”, demiş. Fatma da, “Peki anneciğim. İstersen ineklere de bir bak, hem sütünü de sağayım gözlerinle gör”, demiş.

      Kovaları alıp ağıla gitmişler. Onlar sağdıkça ineklerin sütleri çoğalmış. Kovalar dolmuş taşmış. Bir türlü süt bitmiyormuş. Üvey anne çok sevinmiş “Sütleri satar yeniden zengin olurum”, diye hayaller kurmuş. Ertesi gün sütleri satmış, çok para kazanmışlar. Evlerine yiyecek, kendine ve kızına yeni elbiseler almış. Fatma’ya da hiçbir şey almamış. Fatma hiç şikâyet etmeden işlerine koyulmuş.

      Ertesi gün üvey anne erkenden kalkmış önce birkaç parça yünü torbaya koymuş. Ardından ocağı yakmış, kızı Ayşe’ye börekler yapmış. Büyükçe bir yiyecek bocası hazırlamış. Bohçanın içinde bal, yağ, yumurta, börekler varmış. Kızına en güzel elbiselerini giydirmiş, saçlarını taramış. İçinden, “Peri Padişahı benim kızımı görüp beğensin. Kızımla evlensin. Ben de onlarla beraber bir güzel saraya yerleşir sultanlar gibi bir elim yağda bir elim balda yaşarım”, diye düşünüyormuş.

      Hazırlıklar tamamlanınca annesi Ayşe’nin önüne inekleri katmış. Sonra da kızını öpe koklaya yolcu etmiş. Ayşe bir elinde yiyecek bohçası, diğer elinde yün torbasıyla ineklerin arkasından yürümüş yürümüş. Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir de bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Tekrar yola koyulmuş. Bir taraftan da kötü sözler söyleyip, küfürler ediyormuş. İneklere bağırıp arada bir de tekmeliyormuş. Canı yanan inekler böğürerek ağlıyormuş.

      Güneş parladıkça terliyor, terledikçe güneşe kızıyormuş. Güneş de en kavurucu sıcağını Ayşe’nin üzerine yayıyormuş. Sonunda bitkin düşen Ayşe bir kaya görmüş “Ayy ne kadar çirkinsin. Yaralı yüz gibi çatlak çatlaksın”, demiş. Başını yaslayıp uykuya dalmış. Kaya Ayşe’nin dediklerine çok üzülmüş. Sertleştikçe sertleşmiş. Sivrildikçe sivrilmiş. Ayşe başını koyduğu kayada da bir o tarafa dönmüş, bir bu tarafa. Bir türlü uyuyamamış. Dinlenemeyince gözleri küçülmüş, gözlerinin altı mosmor olmuş. En iyisi kalkayım yün eğireyim demiş. Başlamış yünleri eğirmeye. Bir yumak bitmek üzereyken bir rüzgâr çıkmış ki, ne dalda yaprak, ne yerde toprak bırakmış. Estikçe coşmuş, coştukça esmiş. Ayşe’nin yününü almış kaçmış. Bunu gören Ayşe, rüzgâra da bağırmış çağırmış, küfürler etmiş. Yününün peşinden koşmuş koşmuş. Tam yetişecekken rüzgâr yünü Nine’nin bacasından içeri salıvermiş. “Esen hallerin esmez olsun rüzgâr. Kötüsün sen, kötü rüzgâr”, diyerek ninenin kapısını yumruklamış. Nine içeriden, “Kapı açık buyurun gelin”, deyince; Ayşe: “Bana ‘buyur gel’ diyeceğine kalkıp kapıyı açsaydın ya ihtiyar. Rüzgâr yünümü senin bacandan içeri düşürdü alıp gideceğim” demiş. Nine, “Hele bir içeri gel kızım. Bak çok hastayım bana bir çorba pişir. Bir de şu ortalığı bir toplayıver. Sonra da yününü alır gidersin”, demiş. Ayşe hemen suratını asmış sinirli ve kaba bir sesle “Ben çorba pişiremem kalk kendin pişir bana ne. Ortalığı da toplayamam ben, senin hizmetçin miyim? Hem çok pis ve kirlisin sana ve evine el sürmeye iğrenirim. Hemen yünümü ver gideyim evin çok pis kokuyor dayanamıyorum. Üstelik çok susadım ve acıktım gidip karnımı doyuracağım”, diyerek Nine’yi bir güzel azarlamış.

      Nine, Ayşe’nin yününü vermiş. Tam kapıdan çıkacakken, “Dur kızım, acıktım, susadım dedin ya, al sana üç anahtar vereyim bunları taşın dibine sür üç kapı açılacak, birinden su akacak onunla yüzünü yıka, birinde sofralar kurulacak, yemeğini ye, birinden de kıyafetler çıkacak onları bir güzel üzerine giy”, demiş. Ayşe’nin aklına hemen Fatma gelmiş. Kendi kendine “Hımm!.. Demek ki o da bu