kaplı dağların tam ortasındaki ülkede insanlar bolluk içinde yaşarmış. Billur gibi akan nehirleri, salkım salkım meyveleri, misk kokusu gibi kokan kırmızı gülleri varmış. Oradaki kuşlar nağmeli ötermiş. Bülbüller misk kokulu kırmızı güllerle sarmaş dolaşmış. Yamaçlardan süzülen beyaz köpüklü şelaleler bir tatlı akarmış ki görenlerin gönlünü huzur kaplarmış.
İrem şehri gibi olan bu ülkenin adil, temiz kalpli, mütevazı, bilge, yakışıklı bir hükümdarı varmış. Hükümdarlık sarayı da ülkenin yamaç tarafındaymış. Dışı beyaz mermer sütunlarla süslü, kapıları altınmış. Gümüş merdivenlerden çıkılırmış yamaçtaki saraya. İpek halılar, atlas perdeler ve kristal aynalarla döşeli olan sarayın yetmiş odası varmış.
Eşi benzeri olmayan bu sarayın içinde yaşayan hükümdarın sultan eşi, Ahmet adında beş yaşında oğlu, bir de peri gibi güzeller güzeli kızı varmış. Beyaz yüzlü, pembe yanaklı, kırmızı dudaklı, siyah uzun saçlı kızın adı da Fatma’ymış. Hükümdar babası, sultan annesi gözlerinden bile esirgedikleri evlatları Ahmet ile Fatma’yı öyle nazlı öyle kibar yetiştirmiş ki güneş yüzlerine değse sararır, rüzgâr tenlerine değse kararırlarmış. Halk tarafından çok sevilen hükümdar ve ailesi saadet içinde yaşarlarmış.
Günlerden bir gün Sultanın hizmetkârı koşarak Hünkârın yanına varmış. “Sultanımız çok hasta aman bir çare”, demiş. Ülkenin bütün hekimleri toplanmış ne kadar uğraşmışsa da Sultana çare olamamışlar. Günden güne dalından koparılan gül gibi solan Sultan, ecel vakti geldiğinde dünyadan göçüp gitmiş. Kuşlar susmuş, gülen yüzler gülmez olmuş. Ülkede yaşayanlar uzun zaman yas tutup ağlamışlar.
Günler birbirini kovalamış aradan aylar geçmiş Hünkârın acısı dinmek bilmemiş. Ülkedeki işler aksadığı gibi insanlar da kederliymiş. Bir gün ülkenin ileri gelenleri meclis kurmuş ne yapacaklarını düşünmüşler. Toplantıları günlerce sürmüş ve en sonunda hünkârın evlenmesi gerektiğine karar vermişler.
Saraya haber yollayıp, huzura kabul edilmişler. Kederli hükümdara fikirlerini söylemişler. Gözleri yaşla dolan hükümdar meclis kararına boyun eğmiş.
Ahali hükümdarın yeniden evlenmeyi kabul etmesine sevinerek yeni sultan aramaya koyulmuşlar. Dağ tepe aşmışlar, aramışlar taramışlar uzak ülkelerin birinde birini bulmuşlar. Buldukları yeni sultanı allamışlar pullamışlar üç gün üç gece düğün yapmışlar.
Yeni sultan güzelmiş güzel olmasına ama zaman geçtikçe kötülükleri ortaya çıkmış. Kötülükleri ortaya çıktıkça yüzü de çirkinleşiyormuş. Hünkârın iki çocuğuna kötü davranmaya başlamış. Her gün dövdüğü yetmezmiş gibi aç da bırakıyormuş. Akşam oldu mu erken uyutuyormuş ki babaları görüp yaptıklarını anlamasın.
Bir gün yeni sultan, “Bu iki yetimden kurtulursam Hünkâr beni daha çok sever”, diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Hemen hizmetkârları çağırarak başlamış hazırlık yapmaya.
Eski bir bez torbaya biraz kuru ekmek, biraz küflü peynir, birkaç parça da eski elbise koyarak iki atın çektiği arabaya bindirmiş. Kendisi de yanlarına oturmuş. Akrabası olan arabacıya “Öyle yerlerden git ki bizi kimseler görmesin”, demiş. Kamçının sesi havada şaklarken atlar şahlanarak dörtnala yola koyulmuş.
Gide gide ovalar dağlar aşmışlar. Sabahı akşam etmişler. Karanlık bir ormana gelmişler. Arabacı atları durdurmuş üvey sultan çocukları iterek aşağıya indirmiş. Torbayı da ayağıyla teperek yere atmış. Sonra da “Saraya dönüyoruz. Sür arabacı arabayı”, demiş.
Yeni Sultan saraya dönedursun. Bakalım çocukların başına neler gelmiş.
Fatma, kardeşi Ahmet’in elinden tutarak başlamış yürümeğe. Sık ağaçların olduğu ormanda ne yol varmış ne iz. Yerler otlarla, çalılarla kaplıymış. Uzun ağaçların öyle büyük öyle çok yaprakları varmış ki gökyüzü görünmüyormuş. Gece mi gündüz mü anlaşılmıyormuş. Binbir türlü seslerin yankılandığı ormanda bazen güzel kokular geliyormuş burunlarına, derin derin içlerine çekiyorlarmış.
İki kardeş ellerinde torbalarıyla yürümüşler, yorulup acıkınca buldukları bir ağacın kovuğuna girerek küflü ekmeklerinden biraz yiyerek karınlarını az da olsun duyurur gibi olmuşlar. Sonra da oracıkta birbirlerine sarılıp uyumuşlar.
Uykuya doyup uyandıklarında tekrar yola koyulmuşlar. Böylece ne kadar zaman geçmiş kendileri de bilmiyormuş. Ekmekleri, peynirleri, suları tükenmiş. Buldukları meyveleri otları yiyerek yol almışlar.
Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir başka ormana gelmişler. Bu orman daha güzelmiş, ağaçların arasından gökyüzünü görüp kuşların cıvıltısını duyan İki kardeş çok sevinmişler. Ülkelerinin yolunu bulduk sanmışlar. Hoplamışlar zıplamışlar. Hünkâr babalarına kavuşunca olanları anlatacaklarına karar vermişler. Fakat yürüdükleri yolları bir türlü bitmemiş. Üstelik yaz bitmiş güz gelmiş.
İki kardeş sonbahar yağmuru altında yol alırken Ahmet, ”Abla çok susadım bir yudum su istiyorum”, demiş. Fatma kardeşine içirecek bir yudum su bulamayınca paniğe düşmüş. Ağaçların yapraklarındaki sudan almak isteyince ağaç dile gelmiş, “dur adil hünkârın peri kızı Fatma, bu orman sihirlidir. Eğer yaprağını suyunu içirirsen kardeşin ağaç olur. Çeşme suyu içirirsen kardeşin çeşme olur, kısacası neyin suyunu içirirsen kardeşin o olur. Hızlıca buradan yürüyün gidin” demiş. Fatma kardeşinin elinden tutarak ormanda koşmaya başlamışlar. Koşmuşlar koşmuşlar. Ahmet, ”Abla ben artık susuzluğa dayanamıyorum.” diyerek ceylanın ayak izine biriken suyu kana kana içmiş. Başını sudan kaldıran Ahmet hemen orada beyaz benekli güzel bir ceylan olmuş. Fatma ceylan olan kardeşine sarılmış ağlamış ağlamış. Çok üzülmüş. Kardeşini kaybetmemek için hırkasını sökerek uzunca bir ip yapmış kardeşini boynundan bağlayarak yanında gezdirmeye başlamış.
Fatma, ceylan kardeşiyle yol alırken, gözyaşı inci olup yerlere saçılarak iz yapıyormuş. O sırada yiğit mi yiğit bir delikanlı ormanda askerleriyle at üstünde ava çıkmış. Tam oradan geçerken yerdeki emsalsiz incileri görmüş. Hemen atını durdurup incileri toplamaya başlamış. Avucundaki incilere baktığında hayret içinde kalmış. Askerlerine dönerek, ”Derhal bu incilerin sahibini bulun.” emrini vermiş. Askerler yere saçılan incileri takip ederek atlarını sürmüşler. Çok geçmeden bir ağacın gölgesinde uykuya dalan ceylan ve Fatma’yı bulmuşlar. Hemen geri dönerek efendilerine haber vermişler.
Atların kişneme ve ayak sesleriyle kendine gelen Fatma, kardeşi ceylana sarılarak, ”Ne olur bize dokunmayın. Kimseye zararımız yok bizim. Ülkemize gitmek için yol arıyoruz.” demiş. Arkasından da olup biteni at sırtındaki yiğide anlatmış.
“Ben huzur ülkesinin padişahıyım. Sana âşık oldum. Seni kendime eş seçiyorum.” demiş. Fatma, ” Padişahım sağ olsun ben kardeşimden ayrılamam onunla uyur onunla gezerim.“ deyince, Padişah,“ Tamam kabul ediyorum, biz evlenince ceylan kardeşinde bizim ayak ucumuzda uyur.” diyerek Fatma’yı atının terkisine almış. Ceylan kardeşini de askerlerin kucağına yerleştirerek ülkesine doğru yol almışlar. Huzur ülkesine vardıklarında kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Fatma huzur ülkesinde mutluluk içinde yaşıyormuş. İpekler ve renkli tüllerle bezeli kuş tüyü yatağına yatığında ceylan kardeşi de ayak ucuna girermiş. Uyumadan önce ön ayağını uzatır ,”Bu bacımın ayağı, bu cicimin ayağı.” diyerek Ablasının ve padişah eniştesinin yan yana olduğunu kontrol ederek mutlu bir şekilde kıvrılarak uykuya dalarmış.
Gel