yükleyerek, kırk atlıyla yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş dönüp arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Sinirlenmiş kızıp bağırmış. Her sinirlendikçe çirkinleşiyormuş. Sihirli ormana geldiğinde konuşan ağaçlar onun ne kadar çirkin olduğunu söylemiş. Hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmayacağını söylemiş. O da ağaçlara bağırmış hakaret etmiş. Hakaret için ağzını açtığında dili yılan olup boynuna dolanıyormuş, dudaklarından da kurtlar böcekler saçılıyormuş.
Huzur ülkesini uzaktan gördüğünde gözlerine inanamamış. Evlerin çatıları sarı altınla kaplıymış. Ağaç dallarından yeşil zümrütler sarkıyormuş. İçinden “Burası daha zengin ve güzel, Fatma’yı öldürür padişahla ben evlenirsem bütün bunların sahibi olurum.” diye geçirmiş.
Kırk atlıyla, kırk katırla huzur ülkesine varan üvey anne padişah tarafından güzel karşılanmış. Günlerce mutluluk içinde yemişler, içmişler, gezmişler, eğlenmişler. Fatma üvey annesini affetmiş etmesine ama kardeşi Ceylan Ahmet buna hiç razı gelmemiş. Köşe bucak kaçmış. Ablasına küser olmuş.
Bir gün üvey anne demiş ki “Güzeller güzeli Fatma, adil hünkâr kızı Fatma, yakışıklı cömert padişah karısı Fatma, mademki büyüklük gösterdin beni affettin. Bende seni derya kenarında sefa yapmaya davet ediyorum. Kırk katır yükü sana hediye getirdim. Lütuf et bunları ve teklifimi kabul buyur. ” İyi kalpli Fatma düşünmüş düşünmüş “ Artık kötülük yapmaz.” diyerek dediğini kabul etmiş.
Ertesi gün üvey anne erkenden kalkmış hazırlık yapmış. Fatma’yı da alarak yola koyulmuş. Denizin kenarında yemeklerini yemişler. Ortalık kalabalıklaşmadan “ Hadi gel denizde biraz yüzelim.” demiş. Fatma da “Ben yüzmek bilmem ki.” demiş. Fatma’yı dinlememiş kolundan tutup, sürükleyerek denize götürmüş. İyice ilerlemiş sonrada Fatma’yı orada bırakarak geri dönmüş. Fatma denizin ortasında çırpınmış çırpınmış sonrada gözden kaybolmuş. Üvey anne sevinerek kenara çıkmış Fatma’nın elbiselerini giyinmiş saçlarını onun gibi tarayarak yüzünü de nikapla kapatmış. Hiç kimseye gözükmeden gizlice saraya gitmiş.
Gece olmuş Fatma’nın geceliğini giyerek ışıkları kapatmış. Karanlıkta padişahın yatağına girmiş, sessizce ona sarılmış. Padişah, “Sana ne oldu Fatma tenin soğuk ve kösele gibi sert Üstelik kokunda değişmiş. Işığı yakayım sana bakayım.” deyince üvey anne, “Bu gün güneşte çok kaldım ondan böyle oldu bir kaç ay sonra geçer.” diyerek padişahı kandırmış. Ama ayakuçlarında uyuyan ceylan, üvey anneye inanmamış. Her gece yorganın altından ayağını uzatarak, ”Bu cicimin ayağı, hani bacımın ayağı?” diyerek söylenip duruyormuş. Üvey annede bir tekme vurarak ceylanı yere düşürüyormuş.
Bir gün böyle beş gün böyle derken aylar gelip geçmiş. Padişah ceylanın her gece yatmadan önce dediği “Bu cicim ayağı hani bacım ayağı.” sözünden bıkmış usanmış. Hızlıca yatağından kalkıp lambaları yakmış. Bir de ne görsün? Yatağında Fatma değil çirkin üvey anne yatmıyor muymuş?
Hemen askerleri çağırmış mahkeme kurmuş. Üvey anneyi sorguladıktan sonra, dört atın kuyruğuna bağlayıp dört tarafa sürme cezası vermiş. Ceza hemen yerine getirilmiş.
Tam üvey anneden kurtuldukları sırada denizin kenarından bir balıkçı koşarak gelmiş “Padişahım hemen balıkçıların yanına gidelim. Orada size bir müjde var.” demiş. Padişah atına atladığı gibi balıkçıların olduğu sahile dörtnala atını sürmüş.
Sahile vardığında gördükleri karşısında mutluluktan dilini yutacak gibi olmuş. Kumların üstüne boylu boyuna uzanan kocaman yunus balığının yüzgeçleri arasında Fatma ve kucağında bir erkek çocuk duruyormuş. Padişah hemen atından inmiş dünya güzeli karısının yanına koşmuş. Yunus balığının karnında doğum yapan Fatma oğlunu padişah babasının kollarına uzatmış. Oracıkta sarmaş dolaş olmuş hasret gidermişler.
Ülkede kırk gün kırk gece şenlikler yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş biri yazanın başına biri okuyanın başına biride dinleyenlerin başına.
HOROZUN SESİ3
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bacadan bir atlı geçti kanadını çırptı geçti. Toz ile duman bir birine karıştı. Ben gözümü ovarken babam düştü beşikten, anam atladı eşikten. Eline aldı küreği, bir oyana salladı bir buyana salladı. Kürek uçtu elinden, gökte bir yıldıza kuyruk oldu. Anam, “Vay bana vaylar bana. Ben ne ettim? Yıldıza kuyruk taktım”, dedi. İki gözü iki çeşme, düştü dağa taşa. Az gitti uz gitti altı ay bir güz gitti. Gide gide bir kayaya rast geldi, çıktı oturdu üstüne. Başladı ovayı seyretmeye. Bakalım neler görmüş.
Etrafı çeperle çevrili büyük bahçenin içinde büyük bir ev varmış. Evin yanında ineklerin, koyunların, atların yaşadıkları ahır, tavukların, horozların yaşadıkları kümes, bir de ekmek pişirdikleri tandır evi varmış. Bu kocaman evde, mutlu mu mutlu bir aile yaşarmış. Ailenin tek çocuğu olan Fatma akıllı, terbiyeli güzel bir kızmış.
Günlerden bir gün Fatma’nın annesi amansız bir hastalığa yakalanmış… Doktorların biri gelmiş biri gitmiş. Ama bir türlü çare bulamamışlar. Bir gün annesi hasta yatağında yatarken kızına; “Güzel kızım, İyi kalpli Fatmam sen artık büyüdün. Hakikat şu ki ben bir gün bu dünyadan ayrılacağım. Sana söyleyeceklerimi iyi dinle, hepsini aklında tut. Benden sonra baban mutlak evlenecektir. Onlara asla saygısızlık yapma. Başın ne zaman dara düşse hemen ahıra git sarı ineğin yattığı yerdeki direğin dibini eş oradan bir bohça çıkacak. O bohçayı aç içindeki boncuk kolyeyi yakana tak sonrada gözlerini kapa istediğini dile”, demiş. Günden güne sararıp solan anne sonunda hakkın rahmetine kavuşmuş. Fatma günlerce ağlamış üzülmüş ama yapacak hiçbir şey yokmuş.
Gündüzler gece, geceler gündüz olmuş. Aradan aylar geçmiş. Bir gün babası Fatma’ya komşu köyden bulduğu bir hanımla evleneceğini söylemiş. Fatma da babasının sözünü düşünmüş sonunda da kabul etmiş. Üvey annesinin bir de kızı varmış. Birkaç gün sonra Anne kız gelmiş evlerine yerleşmiş.
Başlarda gül gibi geçinmişler lakin aradan zaman geçtikçe üvey annenin gerçek yüzü ortaya çıkmış. Fatma’ya kötü davranmaya başlamış. Evdeki bütün işleri yaptırdığı yetmiyormuş gibi bir de azarlayıp duruyormuş. Günlerden bir gün ovada;
“Güm! Güm! Güm! De Güm! güm!..”, diye inleyen davula tellalın;
“Ey ahali duyduk duymadık demeyin, acı soğan yemeyin, yalan söz söylemeyin. Üç gün sonra padişahımız bir eğlence tertip edecek. Hepiniz davetlisiniz. Gelen gelsin yesin, içsin, eğlensin, gelmeyenin canı sağ olsun”, diyen sesi eşlik etmiş.
Üvey anneyle kızı, kendilerine davette giymek için allı pullu yeni elbiseler, pırıl pırıl yeni ayakkabılar, rengârenk yeni kurdeleler almışlar. Üç gün dediğin nedir ki? Bu hazırlıklar yapılırken, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmiş.
Davet akşamı evde hazırlıklar telaşla sürüyormuş. Üvey anne ve kızı giyinmişler, kuşanmışlar. Süslenmişler püslenmişler. Al ipekten elbiseleri göz kamaştırıyormuş. Saçlarına taktıkları kurdeleyle salına salına aynaya doğru yürümüşler. Kendilerine bakmış bakmış sonra da;
“Düğündeki en güzel hanımlar biz olacağız”, diyerek