O da sıcaklıkla cevabı verdi. Duvara baktı. Kahvenin koca saati tam ikiyi gösteriyordu. Öyle söyledi Ağaya.
Mümin Ağa:
“Tamam” dedi, “tamam.” “Geçti bile ya. Alışmışız güneşe… Açık olsaydı hava… bulutlu. Hani sabah deseler inanacağız.”
Selim:
“Kahve, çay, kahve çay, acıktığını da anlamıyor insan.”
Mümin Ağa:
“Öyle. Doğru den oğlum Selim.” Dedi ve gocuğunu sırtlayıp kendine yol açanlar, sandalyelerini kenara çekenler, ayağa kalkanlar arasından geçip boş boş öksürerek evin yolunu tuttu. Yağmur hâlâ yağıyordu. Ama kuvvetli değil. Hani bizim dediğimiz “Çoban yağmuru” biçimi. İnce elekten elenmiş gibi, toz toz.
Selim bir hız etti,. Gene vazgeçti. Usulca, “Hemen ardından gitmiyeyim” dedi. “Kendimizi yanaşma yapmıyalım. Hem de biraz yol alsın Mümin Ağa. Kimse anlamaz. Çıkar, hızlı hızlı adımlarla yetişirim ona. Tanımışımdır Ağayı. Yumuşak mı yumuşak huylu… Verir bana o yeri. İcarını da hemen istemez. İyi adamın yüzü hoş, gönlü sevinç doludur. Mümin Ağa’nın da öyle… Babacan adam…”
Böyle düşüne düşüne, oyunu takibettiğini bile unutmuştu. Bir ara Reşit, “Sayılar kaç?” demişti. O da, “Ha, sayılar mı?” diye sandalyesinde hoplamış, bulunduğu yerin kahvehane olduğunu anlamıştı.
İçinden, “Şimdi yetişirim” diye geçirmiş, arkadaşlarına da, “Artık eve yemeğe gitmeli, öğle hani oldu.” demiş, onlara sezdirmek istememişti.
Usulca kahvehaneden savuşan Selim, “Acaba bu yoldan mı gitti, öteki yoldan mı” diye düşündü. “Hep bu yoldan gider” düşüncesiyle yürüdü. Ağanın evi öteki mahalledeydi. Oraya dar üç sokak ve çimenlik denen yerden sonra varılırdı. Çimenlikte yakın ağılların gübreleri bulunuyordu. Yağmur gübrelerden geçip sarı, pekmez rengi suya dönüşüyordu.
Yığın gübrelerin eteklerinde Selim izler gördü. Koca koca izler. Kastor potin izleri… “Hah, Ağanını izleri bunlar” dedi. Gerçekten de köyde beş-on komşu müstesna, diğerleri çoklukla altında zincir markası bulunan lastik ayakkabı giyerlerdi. Bu izlerde ise kakma işaretleri var. Yüzde yüz Mümin Ağa’nın izleri.
Çimenlikten öte koştu Selim. “Şimdi yetişirim.” Dedi. Sokağın ucuna vardı. Köşeden sola döndü. Yoktu. İzler hâlâ gidiyordu. Daha hızlandı. İkinci sokağa vardı. Gene yok. Şemsiyeli iki kadın Selim’e dik dik bakıp “Delirmiş zayı” diye söylenerek geçtiler. O anlamadı bile. Link yürüyüşünü hızlandırdı. Köşelerde yay gibi kıvrıldı. Son köşeyi dönünce Ağayı, avlu kapının önünde, üç kişiyle konuşurken gördü. Önce duraladı. Aklından, “Yetiştim ama insan yanında olmaz.” Dedi. “Ah, bunlar da nerden çıktılar? İşim olacaktı. Ama ha, yarına kalsın…”
İstemiyerek, usul usul, başı önde ilerledi. Onu mahalle dışına götüren sokağın ucuna vardı. güneye kıvrıldı. Cami yanından geçti. Mahalle altı yoluna koyuldu. “Ağa dediğin böyle olur. İzleri bile sıcak geliyor insana. Allah boşuna yığmamış malı, mülkü ona. Benim iş de nasılsa oldu ya….” Derken eve vardı.
Sevinçliydi. Kurulmuş sofraya bakmadı. Karısının, “Acıkmadın mı?”sına gülüverdi. Bir de, “Tomtokum” cevabını verdi. Küçük Pervin’i kucağına alıp “Hop! Hop!” havaya hoplattı. Omzunda gezdirdi. Ayakları tavanda, yürüttü.
-Ha, anladım anladım. Verdi yeri, öyle mi?
–Yolunda. Oldu gibi bir şey.
–Demedin mi Mümün…
–Denk gelmedi. Kahvehanede olmazdı. Yetişeyim dedim; öyle hallederim. Baktım, kapı önünde üç kişiyle konuşuyordu.
–Ara bulamaz mı insan hiç?
–Yarına…
–Umutlu mu bari? -İyi adam. Bana “Çay mı içeceksin, gazoz mu Selim?” dedi. -Hiç insan açmaz mı? Olmuş, pişmiş işi bırakıp gelmişsin. -Karı, kızdırma insanı! Yarına dedik… -Aah! Vallaha yarına varmaz, başkası alır. Bakalım o konuşanlar o yer için gelmediler mi? -Onlar giyimli kuşamlı be. Ağanın tanıdığı çok… Teheey! Eşekçili köyünden mi, nereden onlar? Görmüşlüğüm var. Kesti gözlerim. -Hay Allah! Olsa bir kere… -Yarın kasabada halledeceğim. -Öyle mi konuştunuz Mümün Ağaylan? -Hayır. Misafirlerle konuşurken kulağıma gitti. Yarın kasabaya inecekmiş. O gece tarlayı nasıl işleyeceklerini, tütünü nasıl ekip bakım edeceklerini, saat on ikilere kadar konuştular. Sulamak için motopomp, su borusu peylediler. Ne kadar tütün çıkaracaklarını hesapladılar. Sonuç iyi idi. Olmaz mı hiç? “Kavaktarla” denen semtin toprağı iyi. Suyu var. Havası tütüne elverişli… Su da verdin mi, kana kana işle. Yapraklar hep bir boy olur. Tüccar gelince mostralık bile alır. Hükümet en yüksek fiyatı biçer. Sabahın erkeninde Selim yola koyuldu. Yollar çamurdu. Günlerden beri hep yağmur düşmüştü. Şimdi yağmıyordu ama, koca koca bulutlar güneyden kuzeye yuvarlanıyordu. Alçaktan geçiyorlardı. Kavakların tepelerine, evlerin bacalarına değip Rodopların eteklerini buluyorlardı. Güneş, saatte bir, ya görünüyordu, ya görünmüyordu. Herkes yağmurluklu veya şemsiyeliydi gene. Selim de almıştı yağmurluğunu. Bahar havalarına güven olmaz. Bakarsın açıktır, öğleden sonra tutar, kapalıdır gökyüzü, yağmaz. Garaja iki defa uğradı. Hasan Efendi’nin dükkânına karşı kaldırımdan baktı. Yoktu. Keskin’in kahvehanesinin önünden defalarca geçti. Yan gözle camdan içeriyi dikizledi. Bulamadı. Gümülcine koca kasaba. İçinde gez de gez. Hele insan ararken… Selim sokaklarda, Pazaryerinde dolaştı. Rast gelirim diye hayvan pazarına bile gitti. Sonunda aşçının önünde hapahap karşılaştılar. Mümin Ağa afiyetle do-yunmuş, bıyıklarını düzeltiyordu. Mümin Ağa: -Ne o, sen de mi indin kasabaya be Selim? dedi. -Yaa a… -İnsan kasabalı olmalı da yaşatmalı, Selim. aşçısı var, tatlıcısı var, gezilecek yerleri var… barsakları goruldayan, son tükrüğünü kuru ağzından pütürlü diliyle zor toplayan Selim, güç yutkunmayla;
–Şey… sizin o tarr…kavakt…
–Ne diyeceksin? söyle.
–Kavaktarla’yı sizin…
–E…e!
–Tütüne…
–Sıkılma oğlum.
–Bu sene Kavaktarla’yı icara bana versen…
–Olur, olur ama…
–İcarın yarsını önümüzdeki primde veririm. Kalanını okkaya, Allah kısmet ederse.
–A! Oğlum, primle mirimle, okka ile moka ile vermem. Bana iş lâzım iş! Zamanında adam bulamıyorum. Eskiden iyiydi. Dağdan inen komşulara yaptırıverirdik. Onların da burunları büyüdü.
–Tamam işte, olsun. Ben de varım.
–Kaytarmak yok, iş isterim.
–Yaparım, hilesiz yaparım.
–Bak söyliyeyim. Kavaktarla altı dönüm. İcarına karşılık, karşılııık… dur bakayım; Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin. Ev yanında iki dönüm bağ; onu belleyeceksin. Köklük’teki kirazlığın etrafında geniş, böğürtlenli, güvem dikenli, karaçalılı bir temel var; onu kökleyeceksin ve az altından, diz üstüne çıkacak derinlikte hendek açacaksın. Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin. Ha! Çeşmeyanı’nda dört dönüm çayır var; onu da biçiverirsin. Oldu mu?
–Bir bir ev… eve gideyim. Karıma da sorayım. N’olacak bakayım?
–Sor.