Osman Oktay

Modern Seyahatname


Скачать книгу

anlamakta gecikmedik.

      Çu Nehri’nin Isıggöl’e yaklaşıp selam vermeden dönüp gitmesi gibi biz de gölü gördükten sonra nerede ise 25 – 30 kilometre daha gidiyoruz ve suya/sevgiliye kavuşma hasretimiz artıyor. İşin garibi, yol ayrımından sonra toprak yapısı da değişiyor ve adeta bozkıra dönüşüyor. Yer yer yeni oluşturulmuş kayısı bahçeleri görüyoruz. Kurutulmuş balık ve bal satanları gördüğümüzde artık hedefe ulaşmaya az kaldığını anlıyoruz.

      Orhun ve Ötüken Gibi Aziz Olan Isıggöl

      Şehir içinde, Manas Köyü/Parkı’nda ve hatta Ata-Beyit’teki dağınıklığın aksine Isıggöl girişinde daha düzenli bir yapı ile karşılaştık. Girişler paralı, ayrıca vapur gezisi yapma imkânı var. Niyetimiz, büyük büyük atalarımızın yıkandığı bu suya girmek ve sanki Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yafes, onun oğlu Türk bir anda karşımıza çıkıverecek gibi heyecanlıyız. Göl kenarındaki kumsalda biraz yürüyor ve hayal edip, “Acaba” diyorum, “Acaba Türk atamız et yerken şu kayalıklara mı düşürmüştü de tekrar ağzına götürdüğünde lezzetinin arttığını anlayıp…” Öyle ya, anlatıldığına göre tuz böyle güzel bir tesadüf eseri bulunmuş ve bunu biz başarmışız, Türk Atamız ya da onun oğlu başarmış!

      Sonra grup olarak vapur gezisi yapmaya karar verdik. Hava serin, su soğuk. Yalnız, vapur gezisinden sonra belki de yaşça gruptakilerin en büyüğü olan Ali Yıldız büyük bir cesaretle ve bizim adımıza vapurdan suya atlayıp küçük bir gösteri yaptı. Ben de Isıggöl hayaliyle gelirken yolda yazdığım şiirimi yüksek sesle okudum:

      Gölcük, Karagöl, Acıgöl, Kurugöl

      Göller içinde ilk gölüm Isıggöl

      Nice denizler olsa da Türk’e göl;

      Ege, Hazar, Karadeniz, Akdeniz

      Hasretle biz sana geldik Isıggöl.

      Sonra da, Türkiyemize getirip evimde saklamak üzere gölün suyundan ve kumundan bir miktar alıp pet şişelere koydum.

      Isıggöl’e, Balasagun’a, Manas’ın, Abdülkerim Satuk Buğra Han’la Aytmatov’un ülkelerine olan hasretimiz bitmişti ama Issız bucaksız Türk coğrafyasında hasretini çektiğimiz daha nice diyar vardı. Ertesi gün sabah erkenden Kırgızistan havayollarına ait bir uçakla Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e doğru havalandık…

      TAŞKENT’TEN SEMERKAND’A

      “Uçağın merdiveninden inerken karşıya bakan hemen herkes şaşırıyordu. Gözlerimize inanamıyorduk, kulaklarımıza inanamıyorduk. Kalabalık, hava alanından adeta taşıyordu. Terminal binası ağzına kadar tıklım tıklım dolu idi. Yaşa diye bağıranlar, selamünaleyküm diyenler, el sallayanlar, alkışlayanlar ve nihayet hıçkıra hıçkıra ağlayanlar… Demet demet, renk renk çiçekler sunuluyor, kucak kucak çiçek yağmuruna tutuluyoruz. Herkes birbirini çiğnercesine koşuyor, itişiyor, herkes bizi görmek, bize yaklaşmak için kendini kaybetmişe benziyordu…

      ….Uzakta kalanlar, bizi göremeyenler ileri atılmak için çırpınıyor, zorluyor, kordonu geçmek için kalabalık dalgalanıyor… Alkış, çığlık ve bağırmalar… Sarsıla sarsıla ağlamalar ve hıçkırıklar…

      Terminal binasının radyosu sonuna kadar açılmış. Bizim, yüzde yüz bizim olan bir ses, yine yüzde yüz bizim olan bir türküyü söylüyor. Tıpkı Anadolu kasabalarında, herhangi bir kahvede olduğu gibi. Tıpkı Anadolu yaylalarında pilli radyolarda dinlediklerimiz gibi…

      ….Candan alaka, samimiyet, alkış ve müzik, hepimizi şaşkına çeviriyor. Ne yapacağımızı, nasıl mukabele edeceğimizi bilemiyoruz. Kimimiz şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor ve bir kazadan yeni kurtulmuş, fakat henüz kendine gelememiş bir insanı andırıyor. Kimimiz durgunlaşmış, tıkanmış ve konuşamaz halde. Fakat hiçbirimiz diğerinin yüzüne bakamıyoruz. Herhalde birbirimizin ne halde olduğunu görmemek için veya göz göze gelip halimizin görülmemesi için… Çoğumuz ise zaten birbirini göremeyecek halde, gözyaşlarını tutamayarak ağlıyor, ağlıyor… Ben de ağlayanlar arasındayım. Niçin ağlıyorum? Hırsımdan mı? Sevincimden mi? Heyecanımdan mı? Bunu ben de bilemiyorum. Gözyaşlarımı zaptedeyim diyorum, zaptedemiyorum; dişlerimi sıkıyorum, olmuyor; boşalıyorum ve ağlamaya devam ediyorum. Hem de hayatımda hiçbir zaman yapmadığım şekilde bir ağlayışla…”

      Bu karşılama bizim için olmadığı gibi yukarıdaki satırlar da bana ait değil. 1968 yılında devrin Başbakanı Süleyman Demirel’le birlikte Özbekistan’a giden ve eli kalem tutan ender siyasetçilerimizden biri olan Mehmet Turgut, 1969 yılında yayınladığı “Taşkent’e Doğru” isimli eserinde Taşkent Havaalanı’ndaki karşılanışlarını böyle anlatıyor. 1917 yılındaki komünist ihtilalinin vukuundan 50, şimdiki Ortaasya Türk Cumhuriyetlerinin SSCB’nin birer “unsuru” olarak oluşturuluşunun üzerinden de yaklaşık 45 yıl geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı beraberindeki bir heyetle birlikte Özbekistan’a gidiyor. Hasret ve özlem duygularının tavan yaptığı bir dönem. İnsanlar baskıya, zulme ve başlarına gelecekleri bile bile tek bağımsız Türk Devleti olan Türkiye’den gelenleri böyle karşılıyor, buradan gidenler de onları gönülden kucaklıyorlar.

      O seyahatten sonra aradan 25 yıla yakın bir süre geçmiş ve Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte 1991 yılında peş peşe gelen bağımsızlık ilanları tabuları yıkmaya başlamış, karşılıklı gidip gelişler hasreti sona erdirmişti. Haliyle kavuşma heyecanı da giderek azaldı. Biz siyasi bir heyet de değildik ve elbette öyle bir karşılama beklemiyorduk. Ancak çok iyi bildiğimiz bir şey vardı ki biz oradaki kardeşlerimizi çok seviyorduk, onların da bizleri sevdiklerinden emindik. Bunda hiç yanılmadığımızı sivil halkla ilk karşılaşmamızda hemen anladık. O dost bakışlar, “Gardaş… Siz de Müslüman biz de Müslüman” diye sarılışlar başka ne anlama gelebilir? Seyrettikleri Türk dizilerinin kahramanlarını soruşları, hele hele tanıdığımızı, gördüğümüzü söyleyince sanki onlarla karşılaşmışlar gibi yeniden sarılışları aramızda binlerce kilometre mesafe, dağlar, çöller, göller ve denizler olmasına rağmen kanlarımızın kaynayıp birbirini çektiğinin işareti değil de nedir? Yeter ki siyasiler gölge etmesinler, Adriyatik’den Çin Seddi’ne Türkler 6 – 7 değil, 15 – 20 devlet olsalar da aslında tek bir millet olduklarının şuurunda olacaklardır.

      Taşkent… Meydanlar, Yeşillikler, Güzellikler Şehri

      26 Mayıs 2014 Pazartesi sabahı güneş doğarken Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e inmiştik, 28 Mayıs sabahı güneş doğarken de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teyiz. Gece hiç uyumadığımız için önce otele gidip eşyalarımızı bıraktık, sabah kahvaltısını yapıp dinlendikten sonra şehir turuna çıktık. Hemen şunu söylemeliyim ki daha ilk bakışta hayran kaldım ve adeta çarpıldım. Geniş ve düzenli yollar, yeşil – yemyeşil çevre, devasa ağaçlar ve hayranlığıma hayranlık katan koca koca meydanlar… Evet evet; meydanlar! Burada Timur Meydanı’nı, Bağımsızlık Meydanı’nı, Tiyatro Meydanı’nı gördükten sonra yine dertlerim depreşti. Artık kesinlikle eminim ki bizde şehircilik diye bir şey yok. Öyle inanıyor ve iddia ediyorum ki gelmiş geçmiş ve hâlihazırdaki belediye başkanlarımızla kendi sorumluluk dönemlerinde ortaya çıkan heyula binalardan sözüm ona şikâyet eden, onları yapan müteahhitlere “darıldığını” söyleyen siyaset adamları samimi değiller ve riyakârlar. Avrupa’ya, İran’a, Turan’a yaptığım bütün seyahatlerde en çok meydanlara, şehirlerin temizliğine hayran oluyor, “bizde neden böyle olmuyor” diye hayıflanıyorum. Seyahat yazılarımın hemen hepsinde özellikle meydanlar konusunda