Анонимный автор

Tanrı Dağları'nın Zirvesi Aytmatov


Скачать книгу

şekilde gelişme, özellikle dünyaya kendi gözleriyle bakma, kendi başına düşünmeye alışma, yaratıcılık fantazisini istediği gibi özgürce kullanabilme ve kelimeleri kullanma konusunda çile çekerek çalışma tecrübesini zenginleştirme, estetik zevkinin güçlenmesiyle kendini göstermeye başlama dönemi olduğunu belirtmek için yeterli dayanak bulunmaktadır.

      Yüksek Edebiyat Kurslarında okumanın yine başka bir olumlu tarafı vardı: Burada okuyan yazarlara doğru dürüst burs, yeterli boş vakit ve yurtta ayrı bir oda veriliyor, bu yazarların geçim problemleriyle dikkatlerinin dağılmaması, huzurla oturup yeni eserler yazmaları için uygun şartlar yaratılıyordu. Cengiz Aytmatov bu fırsattan da başarılı bir şekilde yararlanmış, yenilenmiş olan düşünme yetisini, hayallerini, zevkini harekete geçirerek bedii metinler yazma arzusuna kapılmış, o ilhamla hemen “Betme bet” (Yüz Yüze), ardından “Cemile” hikâyesini yazmıştı.

      Rusça yazılan “Yüz Yüze”nin metni ilk önce 1957 yılında Sovyet Kırgızistanı gazetesinin sayılarında birbiri ardına uzun zaman yayımlandı. Moskova’da çıkan Literaturnaya Gazeta, Komsomolskaya Pravda ve İzvestiya isimli yeni bilgilerle oldukça zenginleştirilmiş olan gazetelerin bir sayısını bile kaçırmadan okuyan benim gibi bir insana yeni düşünceler için son derece zayıf olan Sovyet Kırgızistanı’nın o kadar da ilginç gelmemesi dolayısıyla ben bu gazeteyi sürekli takip etmiyordum. Bu sebeple bu gazetenin bir yerlerinde “Yüz Yüze”nin yayımlanmakta olduğu dikkatimden kaçmıştı. Bunun haberini ben troleybüste giderken aydın görünüşlü yaşlı başlı Rusların ağzından işittim. İki Rus kendi aralarında Cengiz Aytmatov’un “Yüz Yüze” isimli yeni eserinin Sovyet Kırgızistanı’nda basılmakta olduğundan bahsetmekteydi. “Hikâyenin başı oldukça ilginçmiş, kalanı da böyle ilginç çıkarsa edebiyat için bir yenilik olur.” dedi biri. “Kırgızlardan da gerçek bir yazar çıkacağa benziyor,” dedi diğeri. Daha sonra da her troleybüse bindiğimde bazı Rus yolcuların gazetenin her sayısında basılan “Yüz Yüze”den bahsettiklerini, bu hikâyede betimlenen hayat olaylarının o sıralardaki güncel siyasi olaylarla ilişkilendirildiğini duyuyordum.

      Anladığım kadarıyla, Bişkek’in Rus okurlarının ilgisini “Yüz Yüze”de savaş dönemi köy hayatındaki zorlukların inandırıcı bir şekilde gösterilmesi çekmişti. Çünkü savaştan sonra yayımlanan edebî eserlerin hemen hemen hiçbirinde memleket içlerinde kalan sıradan halkın savaş sırasında mecbur tutulduğu ağır çalışma koşulları, yokluk, kaygı, üzüntü ve sıkıntı içindeki yaşamları konu edilmemişti. “Yüz Yüze”de ise o dönemdeki hayat gerçeklerinin birçok olağan şekli açık bir şekilde yansıtılmıştı.

      “Yüz Yüze”nin Rusça tam metnini Literaturnıy Kırgızstan (Kırgızistan Edebiyatı) dergisinde, aynı yazar tarafından Kırgızcalaştırılmış olan varyantını işte bu 1957 yılında Ala Too dergisinde okudum. 1958 yılı başlarında “Yüz Yüze” o dönemde Moskova’da çıkmakta olan önemli edebiyat dergilerinden biri olan Oktyabır (Ekim) dergisinde yazarın Rusça yazdığı varyant ile değil de Kırgızcadan Rusçaya tercüme edilmiş bir eser olarak yayımlandı. Aslında hikâyeyi yazarın kendisi Rusça yazmıştı ancak hikâyenin Rusçası üslup açısından dergi yönetimince beğenilmemiş olmalıydı, hikâyenin dilinin yumuşatılması görevi V. Drozdov isimli bir yazara verilmişti. “Yüz Yüze”nin Literaturnıy Kırgızstan dergisinde yayımlanan varyantı ile Oktyabır dergisinde yayımlanan varyantını karşılaştırarak okudum, tercümanın hikâyeyi Rus diline akıcı, anlaşılır ve bedii güzellikler katarak tercüme ettiğini anladım.

      Yine, “Yüz Yüze” Kırgız edebiyatının Moskova’da çıkan önemli edebiyat dergilerinden birinde ilk defa yayımlanan bir hikâye olmuştu.

      “Yüz Yüze” hikâyesi, C. Aytmatov’un sanat açısından umulmadık derecede büyük bir sıçrama yaptığını gösteren güzel bir metindi ancak bu metin hem Kırgızcası hem de Rusçasıyla sıradan okurların ilgisini çekerken Kırgız yazarlarının, özellikle edebiyat eleştirmenlerinin umurunda olmamıştı. Gazete ve dergilerde bu hikâyeyi değerlendiren eleştiri yazıları ya da makaleler çıkmamıştı. Ben bu durumu bir adaletsizlik olarak görüp “Yüz Yüze” hakkında bir makale yazmaya başladım.

      O dönemde üniversite dördüncü sınıfı bitirmek üzereydim. Benden bir sınıf üstte okuyan, öğrencilik döneminde dahi hikâyeleri ve eleştiri makaleleri ile göze çarpmayı başaran en yakın dostum Kambaralı Bobulov (1936-2003) dördüncü sınıfı bitirir bitirmez Ala Too dergisinin edebî eleştirmenlik bölümünde işe alınmış, bir yıldan beri hem okuyor hem de çalışıyordu. Dergi, eleştiri makalelerine hasret kaldığından Kambaralı bana üç dört makale yazdırmış, yayımlatmıştı. Bu makalelerden sonra ben edebiyat muhitinde tanınmıştım ve yine eleştiri amaçlı uzun bir metin yazarak memleketi şaşırtmak niyetindeydim.

      “Yüz Yüze”de köyün çiftçi gencinin savaşa mecburi bir şekilde gönderilmesi, trende giderken kanlı meydanda boş yere ölme ihtimalinden korkması sebebiyle askerden kaçması betimleniyordu. Bu betimlemeyi okur okumaz aklıma savaş dönemini konu alan Sovyet edebiyat kitaplarında rastlanan asker kaçakları geldi. Kitabi asker kaçakları, eski hâkim sınıfların Sovyet hükûmetinin zenginliklerini ve hâkimiyetlerini ellerinden aldığı temsilcileri ya da onların çoluk çocukları olarak sosyalist görgü ve ahlak kurallarına sarılmayan, vatanseverlik duygularından yoksun, hatta kılık kıyafetlerinin tuhaflığı ile hemen dikkat çeken menfur insanlar olarak gösteriliyordu. “Yüz Yüze”deki asker kaçağı ise Sovyet yönetimi tarafından cezalandırılmayan, bu yönetimden nefret etmeyen, hâl ve hareketleri, eli yüzü hiç de fena olmayan sıradan bir köy delikanlısıydı.

      Başka bir açıdan savaş dönemindeki hayat olaylarının süslenerek yansıtılması amacı güden roman ve hikâyelerde olumlu kahramanlar savaşa gönüllü oluyorlar, öne atılıyorlar ve askerlik şubesi başkanlıklarını kendilerini daha önce göndermeleri için sıkıştırıyorlardı. Ben ise çocukluk çağında kendi isteğiyle mutlu bir şekilde savaşa (hatta barış döneminde dahi üç yıllık askerlik hizmetine) giden hiç kimse görmemiştim.

      Hayal meyal hatırlıyorum, savaş zamanında köyümüzün askere çağrılan erkekleri hemen ormana, dağlara taşlara saklanıp savaşa gitmemenin bir yolunu bulmaya gayret etmişlerdi; onlar ancak ana babalarına ya da yakın akrabalarına hükûmet tarafından büyük bir baskı yapıldıktan sonra bir çareleri kalmamış, büyük bir üzüntü içinde hükûmet memurlarına teslim olmuşlar, hüngür hüngür ağlayarak kanlı meydana gönderilmişlerdi. Bizim akrabalarımızın bir kısmı Özbekistan’a, hatta yakın köylere kaçıp asker olmaktan kurtulmuşlardı. Yine, 1944 yılında ben ikinci sınıfta okurken Ermat amcanın oğlu Nazilbek savaştan son derece zayıf, kupkuru bir hâlde köye döndü. “Nazilbek savaşın içinden kaçıp gelmiş.” şeklinde fısıltılar yayıldı köye. Bu dedikodunun doğru olduğu savaştan sonra anlaşıldı. Askerimiz Nazilbek Ermatov tastamam Kuban bozkırlarında yapılan bir çatışmadan hızla kaçmış ve bir şekilde bulduğu sivil giysilerle aç, çıplak yürüyerek yük vagonlarına tırmanmış, şehirlerde, kasabalarda dilencilik yapmış, tehlikeli bir durumla karşılaştığında dilsiz rolü oynamış, sözün kısası, öle kala üç aydan fazla bir sürede köyümüze kadar gelmişti. Sonra etraf sakinleştiğinde yaşıtları: “Hey, kötüye gidecek bir şeyin yok, o kadar uzun yolu nasıl tükettin, tamam da savaştan nasıl kaçtın?” diye sorduklarında Nazilbek şöyle cevap vermiş: “Savaşın ortasında bulunursan bir gün pat diye murdar ölüverirsin, can tatlıymış, ölmek istemedim, kaçtım!”

      Savaş zamanındaki asker kaçaklığına ilişkin çocukluk çağımda işte şöyle bir dedikodu da duymuştum: Cazı nehrinin güney kıyısında