Анонимный автор

Tanrı Dağları'nın Zirvesi Aytmatov


Скачать книгу

yazarları arasında ilk defa Stalin Ödülü’nü alması, T. Sıdıkbekov’un itibarını anında yükseltip toplumdaki yerini kökünden değiştirdi. Öncelikle, “Bizim Zamanımızın İnsanları” 1949-1951 yılları arasında dört defa Rusça basıldı; 1950-1953 yılları arasında Sovyet cumhuriyetlerinin ve sosyalist ülkelerin 11 dilinde yayımlandı; ödül alan romanı şerefine aynı yıllarda yazarın başka eserleri de SSCB halkları dillerine tercüme edilerek yayımlandı. Sonunda, T. Sıdıkbekov sadece dünyanın yarısında tanınmakla kalmadı, aynı zamanda para içinde yüzen en zengin Kırgız yazarı da oldu. Diğer açıdan, T. Sıdıkbekov’un hayatı ve sanatı hakkında üç doktora tezi yapıldı, gazete ve dergilerde, bilimsel eserlerde, ders kitaplarında kendisine yağmur gibi övgüler yağdırıldı. Üst düzeydeki devlet ödülü onun eserleri üzerine her türlü eleştiri yazısının yayımlanmasının önünü açtı.

      İ. V. Stalin’in ölmesinin üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra, başka bir deyişle, 1954 yılı güzünde Kırgızistan Yazarları İkinci Kurultayı toplandı. Kırgız Üniversitesine henüz girmiş olan şahsım da yazar olmak isteyen on civarında öğrenciyle birlikte sıradan bir dinleyici olarak bu kurultaya katıldı. Kürsüde okunan bildirilerde, yapılan konuşmalarda T. Sıdıkbekov çok övüldü. Bir ara söz N. Baytemirov’a verildi. O, klasik giriş konuşmasını yaptıktan sonra başkanlık divanında oturan parti yöneticilerine şöyle bir soru sordu: “Stalin Ödülü sahibini eleştirebilir miyim?” Bu sorudan sonra salondakiler de, başkanlık divanında oturanlar da gürültüyle güldüler. Çoğunluğun gülmesini desteklendiği şeklinde algılayan N. Baytemirov coşup T. Sıdıkbekov’un henüz yayımlanmış olan “Too baldarı” (Dağ Çocukları) isimli romanıyla ilgili ideolojik suçlamalarını kâğıt sayfasından kendinden emin bir ifadeyle okudu. Onun bu eleştirisi hem sıradan bir demogoji hem de bayağı çıktı. Ancak bu eleştiriye N. Baytemirov’un arkasından kürsüye çıkıp konuşan Kırgız yazarlarının hiçbiri de aksi bir karşılık vermedi. Sadece, o dönemde şöhreti henüz SSCB topraklarında yayılmamış olan Balkar şairi Kaysın Kuliyev, N. Baytemirov’un “Dağ Çocukları”na yönelttiği siyasi suçları yalanladı.

      İkinci Dünya Savaşı’na bir Sovyet subayı olarak katılan Kaysın Kuliyev (1917-1985), savaş bittiğinde, bir yıl öncesinde Orta Asya’ya sürülen kendi halkının arkasından Bişkek’e gelmiş, burada on yıl kadar yaşamıştı. Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde genç yazarların danışmanlığı görevinde bulunmuş, Rusça gazete ve dergilerde gazetecilikle ilgili malzemeler yayımlamış, bazı Kırgız yazarların eserlerini Rusçaya tercüme etmiş, bu şekilde geçimini temin etmişti. Özellikle, T. Sıdıkbekov’un “Dağ Çocukları” romanını Rusçaya tercüme etmiş, eser 1954 yılında Bişkek’te yayımlanmıştı.

      Kurultayda kendisinin Rusçaya tercüme ettiği bir eserde ideolojik hatalar bulma gayretkeşliğine oldukça öfkelenmiş olmalıydı ki, K. Kuliyev kürsüye çıkar çıkmaz, N. Baytemirov’un “Dağ Çocukları”na yakıştırdığı siyasi suçlamaları yalanlamakla kalmadı, onun dile getirdiği eleştirilerin sadece kıskançlık dolayısıyla olduğunu, kendisinin de birilerini küçük görmek gibi bir güce sahip olmayan bir yazar olduğunu yüzüne vura vura söyledi. Balkar şairi öylesine ateşli konuştu ki, salonda oturanlara çok güçlü bir tesiri oldu, aralarından biri, çok duygusal ya da saralı mıydı neydi, koltuğundan pat diye yere düştü.

      N. Baytemirov’un baş belası olarak T. Sıdıkbekov’dan sonra bütün Sovyet edebiyatı arenasına Cengiz Aytmatov şahlanarak çıkmaya başladı. Rusça yayımlanan “Cemile” henüz yazılı basında övülmemişti, ancak yazarlar arasında özel bir ilgiyle okunuyor, kendisinden memnuniyetle bahsediliyordu. Hikâyenin Rusçasından sonra Kırgızcası da okuyanların hepsini sevindirmiş, kendinden bahsettirir olmuştu. Bundan sonra, alışkanlık hâline gelen kıskançlık duygularına yenilen N. Baytemirov mevkisinden (Nesirciler Bölümü Başkanlığından) faydalanarak “Cemile” hikâyesini henüz beşikten bile çıkmadan kötülemek amacıyla bu hikâye hakkında bir tartışma toplantısı düzenlemişti.

      Ben Kırgızistan Yazarlar Birliği’ne resmî olarak verilen tek katlı eski bir eve gündüz saat ikide geldim. İçeriye girdiğimde, koridordaki ilan tahtasında “Cemile” hikâyesinin dili hakkında görüş alışverişlerinin yapılmakta olduğunu bildiren bir kâğıt gözüme çarptı. Bürolardan birine başımı uzattığımda tartışma toplantısına çağrılanların toplanmış olduğunu gördüm. Ben de selam verip girdim ve boş bir sandalyeye oturdum. Bir de baktım ki, uzun masanın orasında burasında N. Baytemirov’un dışında şu kalem erbabı oturuyordu: Kırgız Sovyet edebiyatının kurucularından biri, ünlü şair Temirkul Ümetaliyev (1908-1991); ünlü tercüman, Ala Too (eski Sovyet Kırgızistanı) dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü Olcobay Orozbayev; henüz üne kavuşmamış şair, Yazarlar Birliği’nin parti kolu başkanı Tümönbay Bayzakov, doğru dürüst hikâyeleri ile tanınan yazar, hicvî Çalkan (Isırgan Otu) dergisinin başeditörü Kasım Kaimov; yeni yeni okur tarafından tanınmaya başlayan nesirci Kaçkınbay Osmonaliyev; günümüzde unutulup kalan, o dönemde iyi kötü hikâyeler yazan savaş gazisi Cumabek Kıdırmışev; ünlü edebiyat eleştirmenleri olan Keneşbek Asanaliyev, Kambaralı Bobulov ve Kımbatbek Ukayev (1932-1989).

      Tartışma toplantısı N. Baytemirov’un kısa bir giriş konuşması ile başladı. O, daha çok “Cemile”nin akıcı bir Kırgızca ile yazılmadığını, birçok cümlenin Rusçadan kelimesi kelimesine tercüme edilmiş gibi sırıttığını örnekler getirerek güya kanıtladı. Sonra söz İkinci Dünya Savaşı’ndan bir kolunu kaybederek dönen Cumabek Kıdırmışev’e verildi, o da bu fikir üzerine şöyle bir görüş belirtti:

      Bir asker kanlı bir meydanda halkı korurken onun evde kalan karısının kim bilir nereden peyda olan aklı bir karış havada bir serserinin uzata uzata türkü söylemesiyle aklı başından gidip onun eteklerine yapışarak peşinden gitmesi Sovyet ahlakının taleplerine uygun gelmez…

      Bu teze dört yıl boyunca kanlı meydanın tam ortasında bulunarak sağ salim geri dönen ünlü şair Temirkul Ümetaliyev hemen sahip çıkarak onu destekledi. Onun söylediğine göre, faşist baskıncılarla çatışmakta olan bir askerin yurdun içlerinde kalan tertemiz nikâhlı karısının başka birine varmasının “Cemile” hikâyesinde ayıplanmaması, aksine aklanması, hatta gerçek bir aşk örneği olarak göklere çıkarılması kaba bir ideolojik hataymış!

      Savaş zamanında kendi gözümle görmedim, yalan söylemeyen, şahit olan bir kişiden duydum, dedi şair. – Bir asker iki kolunu, iki ayağını kaybetmiş, askerî hastanede tedavi görüyormuş. Karısına “Ben işte böyle sakat bir insan oldum, beni buradan götür, canım” diye bir mektup gönderir. Karısı cevap mektubunda kolsuz, ayaksız kalan kocasını reddedeceğini bildirir. O zaman kocası karısına “Senin beni reddetmene üzülmüyorum, bana hükûmet de iyi kötü bakacakmış, ikimiz sevişip evlenmiştik, üç dört yıl uyumlu yaşamıştık, güzel bir şekilde vedalaşalım, bana bir gelip git” diye tekrar bir mektup yazar. Karısı sakat kocasının yattığı askerî hastaneye gelip kocasının karşısında yüreği uçmuş bir vaziyette durur. Sakat koca ona “Yüzünü bana yaklaştırsana, vedalaşma işareti olarak seni bir öpeyim.”der. Karısı eğilerek yüzünü yaklaştırdığında asker onun burnunu “hap” diye hırsla ısırır. Halkını, vatanını korurken sakat kalan şahsını reddeden rezil karısını askerin bu şekilde cezalandırdığını görenler de onun haklı olduğunu düşünerek desteklerler. Sen ise Cengiz, bu şekilde burnunu hırsla ısırdığı karısının savaşın içinde bulunan kocasını terk ederek kaçmasını doğru buluyor, güzelce süslüyor, romantik bir şekilde betimliyorsun. Bu yaptığın, sadece Sovyet ahlakına değil, dedelerimizin, babalarımızın