Omor Sultanov

Ak Yol


Скачать книгу

>

      Omor Sultanov

      Ak Yol

      I

      Ailemizin kaderi yazılmadan bitti. Ak Çiyliler’in “Eşimbek’in Evi” dedikleri, şimdilerde kimsesiz kalıveren bu ıssız ev, bizim evimizdi. Bir zamanlar biz de birlik ve beraberlik içinde yaşayan geniş bir aileydik.

      Babamın askere gitmesinin üzerinden çok geçmeden annem de göğüs hastalığından vefat etti.

      Zavallı annem! Zavallı babam! Onlar böyle olmasını hiç ister miydi? Yirmi yılı aşkın bir süre aynı çatı altında yaşadıktan sonra birbirlerinin kaderinden bihaber, böyle farklı yerlerde ölmeyi hiç isterler miydi?

      Annemin vefatı bizi kanatsız bir kuş gibi bıraktı. O kocaman evde abim ve Acarkül yengemle bir başımıza kalıverdik.

      Ben daha çok küçüktüm. Fazla şımartılarak büyütüldüğüm için annemden ayrılmak diğerlerine göre daha ağır gelmişti bana. Annemin yokluğuna alışamıyor, hasretiyle yanıp tutuşuyordum.

      Bazı geceler uykuda geziniyor, gecenin bir vaktinde kalkıp, rüyamda gördüğüm annemi aramaya koyuluyordum. Nasıl kalkıp gittiğimden haberi olmayan ev ahalisi, uyandıkları vakit beni bulamayınca iz sürmeye başlıyor, bazen yolda, bazen de annemin mezarı başında bulup geri getiriyorlardı.

      Bu durumdan herkesin haberi olmuştu. Bazı komşular acınacak hâlimi görüp, ağlamaklı olurlardı. Abimle yengem kolhozda çalıştıklarından bazı günlerde evde tek başıma kalırdım. Böyle günlerde gecenin yaklaşmasından ürperirdim.

      Mukaş abim tahıl çuvallarının kayıkla iskeleye taşınmasına yardım ederdi. O gün eve geç gelecekti. Misafir odasında uyuyakalmışım. Rüyamda yine ağlıyormuşum.

      Mukaş abim “hey, hey” diye uyandırdı. Sonra beni karşısına alıp, yetişkin insanlarla konuşuyormuş gibi uzun uzun anlattı:

      – Böyle yapma, artık büyüdün, hiç kimse sonsuza dek yaşayamaz. Sevgili annemiz ebediyete uçup gitti. Ama hayat devam ediyor… Sen özlüyorsun biliyorum, peki, ben özlemiyor muyum sanıyorsun, dedi. Sonra saçlarımın kokusunu içine çekip, bağrına basarak uzun bir süre sessizce bekledi. Onun da gözleri dolmuştu. O da çok gençti. Gözlerinden akan yaş damlaları boynumdan aşağı süzüldü. Bir süre sonra kendine gelen abim, bir zamanlar yengemin işlediği beyaz ipek mendilini pantolonunun cebinden çıkarıp gözyaşlarını sildi. Yüzünü gözünü kuruladıktan sonra, söylediği hiçbir şeye ikna olmamış gibi gözüken beni kendine doğru çekti.

      – Ölüme çare yok. Yarın bir gün ben de göçüp giderim. O zaman ne yapacaksın? Nelerle karşılaşacaksın? Yine sessizliğe bürünen abim alt dudaklarını ısırdı.

      – Diğer çocuklara bir bak. Senin gibi bir köşede ağlamak yerine büyümüşler, anne babalarına yardım ediyorlar. Üzüntüye aldırmadan, sabretmeyi öğrenmen lazım.

      O gece yengemle Mukaş abim, yandaki odada uzun uzun tartıştılar. Acarkül yengemin zaman zaman ağladığını hissediyordum. Yoksa bana mı öyle geliyordu, kim bilir. Acarkül yengem çok üzgün olduğu günlerde bile insanın içini ısıtacak kadar hoş bir kadındı.

      Aslında yengem öyle göz kamaştıran bir güzellikte değildi. Yüzünde yağ sırçammış gibi duran siyah çiller vardı. İkiye bölüp ördüğü saçları vücuduyla tam bir uyum içerisindeydi. Orta boylu sayılırdı. Fakat yüzünde öylesine sıcak bir edâ vardı ki, o sıcaklığı anlatmaya kelimeler yetmezdi. Böyle bir hoşluk herkeste olmasa gerek.

      Köydeki hiç kimse Acarkül yengemi güzel saymazdı. Ancak toplandıkları zaman söz sözü açar, mutlaka onun hakkında bir iki şey söylenirdi. Kadınların “gelin dediğin Acarkül gibi olur” diye örnek gösterdiklerini benim bile duymuşluğum vardı.

      O son gece yengemle Mukaş abim kendilerine birer yıldız seçmişlerdi. Sabahleyin abimler her gün olduğu gibi tahıl çuvallarını iskeleye taşımaya gitmişler ama dönüşte geç kalmışlardı. Kendisinin uyumadığı yetmiyormuş gibi beni de rahat bırakmayan yengem o gece bambaşkaydı. “Hadi, abini karşılayalım” diye beni de yanına alıp, Mukaş abimlerin geleceği yüne doğru koşmuştuk. Sonra gelecekleri yola bakarak yıldızlar gökyüzünü dolduruncaya kadar göl kenarında beklemiştik. Ayın göldeki yakamozu eritilmiş altın halkalar gibi yansıyordu. Yıldızlar, elini uzatsan tutuverecekmişsin gibi yakın ve net görünüyordu.

      Sahilde bizden başka hiç kimse yoktu. İşlerin kızıştığı böylesi günlerde gündüzleri bile kimsecikler olmuyordu. Bir tek iskeleye tahıl çuvallarını taşıyan kolhozun altı kürekli kocaman kayığı, oraları mesken ederdi. Yaz kış demeden suda bekletildiği için üşümüş gibi bir hâl alan kayık, sahile kalın bir iple bağlanır, dipsiz gözüken masmavi gölün üzerinde sallanır dururdu.

      Kayık şimdi yolda… İskeleden bize doğru geliyor olsa gerek. Dalgaların huzur verici sesi geliyor kulaklarımıza. Yukarıya zıplayan küçük dalgalar gökyüzünden göle sıçrayan ayın nurunu kapıp, yine göle inermişçesine suyun içinde kayboluyorlar. Etraf hiç olmadığı kadar sessiz ve huzur verici.

      Yengem ayakkabılarını çıkartıp, gölün kumlu sahilinde yürüyor, bu eşsiz zamanın tadını çıkartıyordu. Sonra koşmaya başladı, nefes nefese kalmıştı. Tarifsiz bir sevinç içindeydi. Sonra oyun başladı. Gecenin sessizliğini neşeli çığlıklarımız bölüyor, birbirimize su serpiyor, kaçıyor, kovalıyorduk. Göl yüzeyini mesken eden yıldızlar da bize tempo tutturmuşlarcasına koşmaya başladığımız zaman kaçıyor, durduğumuzda kendi yerlerine yerleşiyorlardı. Acarkül yengem işte… Benden de oynak ve neşeli. Bir süre sonra koşuşturmaktan yorulmuş olmalıyız ki, sırtımızı kuma verip uzanıverdik. Nefes nefese kalmıştık.

      Sonra durup dururken:

      – Şu yıldızı sana veriyim, alır mısın?– dedi yengem.

      – Hangisini?

      – Şuradaki işte. Parlayan mavi yıldız.

      – Almam, dedim, – Neme lazım?

      – Öyle deme. Bu nasıl söz?

      Yıldızlar söylediklerimi duymuş da duydukları şey hoşlarına gitmeyeceği için bana bir kötülük yapacaklarmış gibi yengemi bir korku sardı. Bir süre düşündükten sonra – yemekten başka bir şey düşündüğün yok- dedi. Sonra ikiye bölerek ördüğü saçlarını göğsüne bırakıp, ellerini kafasının arkasına koyarak ayaklarını uzattı. Derin bir sessizlik çöktü. Yengem kendi kendine gülümsüyordu. İçini tarif edilemez bir sevinç kaplamıştı. Öylesine seviniyordu ki, hemen yanı başında oturan beni bile unutarak başka dünyalara dalmıştı. Düşünürken gözlerini açıp kapıyor, sürekli gülümsüyordu. En derin sırlarını birileriyle paylaşıyor gibiydi. Hele çıplak baldırları! O nasıl bir beyazlıktı! Ne güzel baldırları vardı! Yengem kendi hâlinde düşüncelerin en derininde yüzüyorken ben köpek yavrusu gibi iki ayağımın üzerinde oturuyor, bembeyaz baldırlarından gözlerimi alamıyordum.

      Yengem bir şeyler duymuşçasına yerinden kalktı. Bir süre sonra kürek sesleri geldi kulağımıza. Gelenler küreklerini zor çekiyordu. Belli ki çok yorgunlardı. Konuştukları her şey suyun üzerinde dolaşarak, bize kadar ulaşıyordu. Sevinçten ayağa fırladım. İçim kıpır kıpır, kumlu sahilde koşmaya başladım. Kopkoyu bir karanlıktan gelen yalnız kayık, sonunda sahile ulaştı. Kayıktakilerin adım atacak hâli kalmamıştı. Ayağa zor kalkıp, kayığı bağladılar. Sonra birer küreklerini omuzlarına atarak köyün yolunu tuttular. Mukaş abim bizi görünce bütün yorgunluğunu unutmuştu:

      – Beni mi beklediniz? –dedi.

      Yengem abime gözükmemek için saklanıyor, arkamdan geliyordu. Ama sevgili eşinin sesini duyunca daha fazla dayanamadı, koşarak gelip abimin kucağına atladı.

      – Niye bu kadar geciktiniz?– dedi çok beklettiği için abime küsmüşçesine. Ama sorusunun cevabını bile beklemeden abimin boynuna sarıldı. Eksiği tamamlanmış, bu saadet dışında hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi mutluydu. Tekrar tekrar abimin boynuna atlıyor, sarılıp öpüyor, sevdiğinin kokusunu içine çekiyordu. Bu haliyle tam bir yaramaz çocuğu andırıyordu. Abim ara sıra “yapma” der gibi oluyordu ama bu durumdan fazlasıyla mutluydu. Eğer yengem böyle yapmazsa o da sevdiceğine olan özlemini gideremeyecekmiş gibi oluyordu. O yüzden de bir türlü uslanmayan yengemi kendi hâlinde bırakıyor, sarılıp atlamalarına fazla