Omor Sultanov

Ak Yol


Скачать книгу

olmuş, dayanılmaz bir acı veriyordu. Attan inip kaçmak isterdim öyle anlarda. Ama çaresiz ve mecburdum. Aslında kendim etmiş kendim bulmuştum. Önceden Batmakan’ın atlarına binerdim. Onun atları çok iyiydi. Bütün çocuklar Batmakan’ın atlarına binmek için yarışırlardı. Ama Batmakan iyi bir binici diye beni seçmişti. Ağzımın ayarını bilseydim onunla çalışmaya devam ederdim. Burnundan konuşuyor ya. Bir gün bir şeyler mırıldanırken boş bulunup; “burnundan konuşuyorsun, ne dediğin anlaşılmıyor” deyiverdim. Çok kızan Batmakan kamçısını kaptığı gibi “küçücük boyuyla dediğine bak” diye tarla boyunca kovalayıp, dövmüştü. Tarladakiler zor kurtarmıştı beni onun ellerinden.

      O olaydan sonra beni tırmığa vermişlerdi. Ve şimdi tarladaydım işte.

      Muhtar sabancıları dolaştıktan sonra yanıma geldi.

      – Boş yer bırakmadın değil mi Kalender?

      – Yok, abi.

      Satıbaldı eski meşin pantolonunun kemerini sıkıca kuşanmıştı. Yüzü çökmüş, dudakları çatlamış, yorgun düşmüştü. Eyerinin üzerine eğilip, hafifçe öksürerek sesini düzelttikten sonra:

      – İşte böyle, hiç boş yer bırakmayın. Doğrusunu söylemek lazım, kolhoza yardım ellerinizi uzatıyorsunuz. Özellikle bu sene yaptığınız iş paha biçilemez. Yetişkinlere büyük güç verdiniz.

      Satıbaldı benimle özel konuşmak istercesine hâl hatır soruyor, Kara-Oy tarlasında benimle birlikte dolaşıyordu.

      – Mukaş’tan mektup var mı?

      – Yok abi, bir yılı geçti, mektup gelmiyor.

      – Biliyorum Kalender, biliyorum. Her yerde böyle. Belki dönecektir ha?

      Bir az öne geçerek:

      – Derslerin nasıl, diye sordu.

      – İyi abi.

      – Yengen seni azarlamıyor değil mi?

      – Yok abi.

      – Acarkül iyi gelin…

      Satıbaldı akrabamız falan değil. Ama bizi koruyup, hâlimizi hatırımızı sormadan geçmiyor. Sırf bu yüzden ona çok minnettardım.

      Satıbaldı abim, büyüklerle konuşuyormuş gibi bana danışıyordu.

      – Kolhozun keçi sürüsünü sağmaya karar verdik. İnsanlar süt içmezlerse ilkbahar açlığını atlamazlar gibime geliyor.

      – Bize de verilecek mi abi?

      – Elbette vereceğiz. Elimizde olsa daha çok verirdik ama ne yapalım… Birey sayısına göre paylaştıracak olursak bir aileye 3-4 keçi denk geliyormuş. Tohumluk ekinlere dokunamayız. Yoksa sonbaharda ne yapacağız? Zaten ambar iyice boşaldı. Biraz daha dayanırsak patatesler yetiştir. Sonra arpamız olgunlaşır. Yulaf da yetişti mi gerisi kolay. Bütün bereketiyle sonbahar gelir. Satıbaldı’nın canı sıkkındı sanırım. Beynini kemiren düşünceleri bir bir dökmeye başladı.

      – Hey Kalender’im, diye omuzlarını silkerek derin bir ah çekti. – Her şey düzelir, aç karınlar doyar, yırtıklar yamanır… Cephede kan dökülüyor, insanlar öldürülüyor. Ancak… Sen zaferin anlamını bilseydin… Sohbetin uzayacağını mı düşündü, bilmem konuşmasının devamını getirmedi.

      – Neyse, siz bütün bunları nerden anlayacaksınız? Şimdilik derslerinize iyi çalışın, kolhoz işlerine yardım edin. Sonra anlarsınız her şeyi. Satıbaldı dağınık düşüncelerini toplayarak eyerine oturdu. Kafasında uçuşan düşüncelerin ağırlığıyla başını yere eğerek yola koyuldu. Yeleli Çabdar da sahibinin ne istediğini anlamış gibi yorgun adımlarla ağaçların arasındaki köye doğru yürüdü.

      Muhtar tarladan uzaklaşır uzaklaşmaz, atları kadar kendileri de yorgun düşen kadınlar toprağın üzerine sırtüstü yatarak dinlenmeye koyuldular. Her birine birer yetişkin çocuk verilmişti. Kadınlar kâh türküler söylüyor, kâh birbirleriyle şakalaşıyor, çalışmaktan bitkin düşen bedenlerini dinlendiriyorlardı. Yorgunluk nedir bilmeyen çocuklarsa azıcık boş zaman bulduklarında sapanlarını sallayarak tarlada uçuşan kargaların peşinden koşuyorlardı. İlahi çocuklar, sırtüstü yatan kadınlarla hiç ilgilenmiyorlardı. Kadınlara göre, solucan avlayan kargalar daha ilginç geliyordu.

      Güneş battı. Kadınlar, terleyip kirlenmiş olan atların birine eyersiz binerek, diğerini yedeklerine alıp köye doğru yola koyuldular.

      Dişleri toprağa batırılmış pulluklar, yarının telaşını beklemeye başladılar arazinin her bir yerinde. Tarla ter kokuyordu. Tohum saçılmış tarlanın üzerini bir kez daha tırmıkla geçmek istedim o gün. Diğer gençleri gönderip, tek başıma kaldım tırmıkçılardan. Benim dışımda birkaç mesafe yukarıda peltek Amazbay tohum saçıyordu. Nedense oyalanmış, diğerleriyle köye gitmemişti. Bu durumdan şüphelenip, çaktırmadan takip etmeye başladım.

      Aşağıdaki gölün şırıl şırıl sesi Kara-Oy’un sessizliğini bozuyor, dağdan esen rüzgârla beraber karanlık da çöküyordu yavaş yavaş. Sonunda niyetimi anladı sanırım:

      – Hey, Eşimbek’in oğlu…

      – Efendim.

      – Gel bakalım kuynaz, gel yanıma.

      İşte bu dedim. Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi yanına yaklaştım.

      Keçisakallı Amazbay altmışına basmış olmasına rağmen arsız biriydi. Ucuna kadar katladığı şapkasını kafasına kondurur, ıvır zıvır işlerle uğraşır dururdu. Bir de olmadık yerlerde yemin etme huyu vardı onun. Mesela birisi çıkıp, “ineğin tarlama kaçmış, ekinleri mahvetmiş” diyecek olursa gözünün içine baka baka inkâr eder, “adâlet karşısında boynum kıldan incedir” diyerek belindeki kemeri çıkarıp, boynuna dolandırıverirdi. Cenaze ve düğünlerde yaşına hürmet edip başköşedeki ihtiyarlarla oturacağı yerde ocağın yanına gelir, kazanın dibine çökerdi. Et pişip, tabaklara konulurken oğlunu arkasına oturtur, “al Şayloobek” diye tabaktaki etlerden koparıp uzatırdı. Bu duruma yeterince alışık olan Şayloobek babasının verdiklerini bir atmaca hızıyla alır, pantolonun kirli ceplerine tıkıştırıverir, sonra da yemini yutmuş kuşlar gibi yutkunarak geri yerine otururdu. Peltek Almazbay, oğlu dışındaki çocuklardan nefret eder, yeri gelince azarlar, bazen dövdüğü bile olurdu. Özelikle beni hiç sevmezdi. “Allahın cezası” diye gördüğü yerde azarlayıp dururdu.

      Amazbay her zamanki gibi “r”yi konuşamıyordu ama bu sefer âdet olduğu üzere bağırmıyor, tam tersine çekiniyordu:

      – Öynek işçi mi olmak istiyoysun. Şimdileyde kolhoz hiç biy ödül veymiyo. Kalpağını uzat bakalım, azcık aypa veyeyim” dedi. Benim buradan hemen kaybolmamı, ağzımı kapatmamı istercesine değil de bana acımış gibi, “Eşimbek’i tanıyoydum” dedi. Ve ekledi “Eğey ağzından kaçıyıyısan dilini kopayıyım”.

      Mukaş ağabeyimin gözüme kadar inen kocaman kalpağını çıkarıp, ileri uzattım.

      Hadi çabuk ol, kadın gibi sallanma. Hadi anasını satıyım. Zamane çocuklayı adam değilsiniz. Eskiden biz, tuttuğumuzu kopayıydık. Amazbay homurdanarak kalpağı eline aldı. İçini dolduracakmış gibi kalpağın kenarlıklarını yukarı kaldırdı. Sonra da üzerini cepkeniyle örttüğü kara torbayı sallayarak dibindeki buğdaydan iki avuç koydu. Normal günlerde tahıllık buğday için çiftçilere yalvarır, tekrar tekrar giderek iki üç buğdayı zor koparırdık. Verdiklerinde bile “ne biçim çocuklarsınız, tohumlukları yiyecek misiniz” diye azarlar, zor durumda bırakırlardı. Hele Amazbay, işini iyi yapıyormuş gibi Kara-Oy’daki herkes duyacak kadar car car bağırırdı.