Omor Sultanov

Ak Yol


Скачать книгу

kötü söz söyleyene gününü gösterir. Yaramaz oğlu için konu komşu ile ilişkisini bile keser. Önceden Şayloobek birinci ekipte, ben ikinci ekipte çalışırdım. Kara-Oy tarlası ekilmeye başlayalı birlikte tırmık sürer olmuştuk.

      – Muhtar kızmasın sonra dedim.

      – Muhtarın…diye küfrü bastı. – O topaldan mı korkuyorsun?

      – Hakaret etme!

      – Etmeyim de ne yapıyım? Satıbaldı’dan korkmuyormuş gibi bir hâli vardı.

      – Bu söylediklerini muhtar duyarsa yandın.

      – Koş, yetiştir o zaman. Yetiştir de muhtarın takdirini kazan.

      Şayloobek dilini geri çekmiyordu. Bir şeyler söylüyor, arkasından da sinir bozucu bir şekilde kahkaha atıyordu.

      Şayloobekle, birbirimizi gördüğümüz yerde kavgaya tutuşurduk. Şimdi de “gösteririm gününü” der gibi yumrukları sıkıyor, karşılıklı restleşmeye başlamıştık. İşi unutmuştuk. Bir süre sonra bütün iğrençliğiyle “yetim, yetim” diye bağırmaya başladı. Bütün söyledikleri bir yana “yetim” demesi bir yanaydı benim için.

      O da “hırsızın oğlu” tabirinden hiç hoşlanmazdı.

      – Biliyorum, dedim, ben de. Biliyorum, köy muhtarına niçin sövdüğünü.

      Şayloobek “neyi biliyorsun” diye sormadı bile. Alaycı gülüşü su serpmiş gibi sönüverdi.

      – Ben de biliyorum…

      Donmuş yüzünü görünce korkudan kalbim hızla çarpmaya başladı.

      – Neyi? Aklıma ilk gelen Mukaş abim oldu. Bildiğini söylemese keşke dedim içimden. İkimiz bir anlığına sesimizi kesmiş, her an saldıracakmış gibi hazırda bekliyorduk. Ben kavgayı durdurmak niyetindeydim. Ama ben alttan aldıkça Şayloobek üste çıkmaya başladı. Artık “yetim” demesine üzülmüyordum. Bir tek “bildiği o şeyi söylemese keşke” diye dua ediyor, korkudan titriyordum.

      – Yetim değilim, dedim konuyu değiştirmek amacıyla. Anne yarısı yengem var. Boğazımı alev almış gibi sesim kesik kesik çıktı. Şayloobek alaycı bir tavırla güldü:

      – Ha-ha-ha. Soğuk bir kahkaha attıktan sonra – Yengene sahip çıksaydın o zaman. Biliyor musun, yengen olacak o karı Satıbaldı ile…

      Nasıl indirdiğimi bilmiyorum. Örgülü kırbaç havayı delen bir ıslık sesiyle Şayloobek’in boynuna dolanıverdi.

      – Aaaaaa

      İki eliyle boynunu tutarak acı bir çığlık attı. Tarlayı yarıp geçen çığlık sesiyle kendime geldim. Hafif bir titreme ile irkildim. Tarifsiz bir korku sarmıştı içimi. Şayloobek boynuna yılan dolanmış da onu çıkarmak istercesine sersemliyor, bir yandan da yiyecekmiş gibi bana bakıyordu. Tek hamleyle atından inerek yerden taş aramaya başladı.

      Bir baktım, kocaman taş… Kolunu germiş, vurmak üzere… Ani bir refleksle kafamı eğdim. Koca taş “tıss” diye kulağımın üzerinden geçti. Şayloobek ikinci taşı aramak niyetindeydi ama aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Tek bir kelimeyle canıma okuyacakmışçasına dikkatlice yüzüme baktı.

      – Evet, ağabeyin ölmüş, iki gözün kör olmuş da haberin yok! Bunları söyledikten sonra intikamını almış da muradına ermiş gibi, kırbacın izi kalmış boynunun acısını unutarak atına bindi. Yeryüzünü boğarcasına çöken karanlığı at yeliyle yararak köpek seslerinin işitildiği köye doğru yol aldı. Giderken ara sıra kafasını çevirip, korkudan nefesi kesilmiş, ses çıkarmaya mecali kalmamış, at üzerinde donakalmış olan bana bakıyordu. Kara-Oy’un yeni sürülmüş topraklarına sükût çöktü o an. Dünya artık sağır ve kördü benim için. Kalakaldım. Bir süre sonra “eyvah” diye bağırarak kendimi atın yelesine bıraktım.

      O gün, kalpleri parçalayan acıklı sesimden Kara-Oy’u kaplayan karanlık bile ürkmüştür. Çocuklar hüzün bilmez diye kim demiş? Ah bu başıma gelenler! Küçücük yaşımla nedir bu çektiklerim? Şimdi düşünüyorum da o gün, Şayloobek öyle deyince niye bağırdım? Niye hemen inandım ona? Belki de hasedinden öyle demiştir diye düşünmedim. Mukaş abimden mektup kesileli öyle bir haberin gelebileceğini bekliyordum ya hani. Şayloobek’in söylediklerinin gerçek olduğunu düşünmüşüm. Sessizce feryat eden kalbim, her an göğsümü delip çıkacakmış gibi hızla çarpıyordu, ağlaya ağlaya bir hâl olmuştum.

      O bedbaht gecedeki feryadım Kara-Oy tarlasına sinmiş gibi uzun süre dinmedi daha sonra. Ne ağlama sesine, ne de bir çığlık sesine benzeyen bu ses, gökyüzünü yarıp geçiyor, geceyle beraber tarlayı dolaşıyordu…

      Issızdı her yer… İmdadıma yetişecek kimsecikler yoktu… Çığlık çığlığa ağlıyor, sonra durup düşünüyordum. Gece karanlığı bastırmaya başlayınca Köksandal’a karga gibi tüneyerek eve doğru yol aldım. Büyük ırmağın kenarına gelince durdum. Attan indim. Gece karanlığındaki korkunç suyu karşıma alıp, çenemi dizlerime yaslayarak oturdum. Suyun gür çağlayan sesi kulaklarımı uğuldatıyordu. Nefes alamıyordum. Bağırmak istiyordum, sesim çıkmıyordu. Büyük dere, kendi hâlinde akmaya devam ediyordu.

      – Acaaaa, dedim yengem beni karşıda bekliyormuşçasına. Yüzümü buruşturarak ağlamaya başladım. Karmaşık düşünceler sarmıştı beynimi.

      Mukaş abimin ölüm haberini söyleyecekler. Akşamüzeri, insanlar işten döndüğü vakit söyleyecekler… Bir bahaneyle yengemi eve erken gönderecekler. Belki de ustabaşı, “bugün ev işlerini hallet, biraz dinlen” diye yengemi evde bırakacak. Sonra birkaç kişi toplanacak avlunun arka kısmında. “Eyvah canım kardeşim ov, Mukaş seni kaybettik ov” diye ağlayarak içeri girecekler. İki kadın yengemin iki elini tutacak. Kadınların nasıl, ne zaman eve geldiğini kimse bilmeyecek. Nedense kara haberden önce ulaşacaklar eve. Birinin elinde mutlaka siyah yazma olacak. Yengemin kafasındaki güzelim kırmızı yazmayı çıkartıp, kara yazmayı takacaklar. Yengemin hâli ne olur? Yüzünü tırmalayacak, çenesinden aşağı doğru akan kan eteğine damlayacak. Sonra iki elini beline dayayarak, kafasındaki kara yazmasını çıkarmadan ağlamaya devam edecek. Hiç dinmeyecek ağlamaları… Bir gün… İki gün… Hayatı boyunca ağlayacak. Hayır, Acam öyle yapmaz… Yengem önce inanmayacak abimin ölüm haberine. Kara haber getirenler ağlamayı kesmez de avluya dalacak olurlarsa bir güzel kovacak hepsini. “Gidin küstahlar, kaybolun! Bir daha yüzünüze bakmam. Mukaş’ı öldü diyorsanız ahmaksınız. Giderken döneceğini söylemişti. O ölmeyecek, dönecek! Kötü haber getirmeyin! Dinlemeyeceğim! Duymayacağım!” Kulaklarını kapatıp, köy kenarındaki harman yerine kaçacak. Huyu öyle. Veya haberi duyunca bayılacak. Ya da kalbi patlayacak. Aca’mdan her şey beklenir. Evi barkı ateşe verip, kaçacak belki de. Mukaş abim için yengemden her şeyi beklemek mümkün. Aca’mdan korkarım…

      Dilim yanıyordu. Karnımı ateş sarmıştı. Büyük dere durmadan akıyordu.

      – Ağabeyyyy, dedim Mukaş abim dere yatağında oynuyormuşçasına. Sesimi duyunca çıkagelecekmiş gibi dereye bakıyor, gözyaşlarımla boğulan boğuk sesimle bağırıyordum. Karmaşık düşüncelere dalmıştım yine: Ağabeyim suda balık gibi yüzerdi. Askere alınmadan bir sene önce abimin başını çektiği arkadaşları tam bulunduğum noktada balık avlamışlardı. Ben de yanlarındaydım. O zaman yaşım küçüktü daha. Yaz ortasıydı. Yakıcı bir sıcaklık vardı. Suyun seviyesi çok yüksekti. Ama abim ve arkadaşlarına vız geliyordu bu yükseklik. Kocaman alabalıkları sürü sürü çekiyor, avladığı balıkları kovaya atıyorlardı. Bir süre sonra beni balıkların yanına bırakarak kendileri aşağıya doğru avlanmaya gitmişlerdi. Balıklar sık sık ağızlarını açıp kapatıyor,