Omor Sultanov

Ak Yol


Скачать книгу

eşi Sagın’a hazırlattırır, kendi avlusunda sabahları birer tas yarma, akşamları sıcak yemek dağıtırdı.

      Henüz çiçek açmış ağaç dalları evin yüksek çatısına doğru eğilmiş, güzel bir gölge oluşturuyordu avluda. Gelenler otursun diye geçen seneden kalan buğday meraları dizilmişti evin etrafına. Meranın dizilmesinin üzerinden epey zaman geçtiği için küçücük saman parçacıkları uçuşuyordu etrafta.

      Gelenler yemeklerini yiyip bitirmiş, ohlaya puhlaya yerlerinden kalkıp, işlerine gitmeye hazırlanıyorlardı. Kalabalık dağılmadan, gece tarlaya göz gezdirmeye giden Satıbaldı abim girdi avluya. Sessizdi, yüzüne kara bulutlar çökmüştü. Oturanlar gürültüyü anında kesti. Birbirlerini koltuğa iterek fısıldamaya başladılar. Muhtar, somurtarak kalabalığı yarıp geçti. Eski nallarla süslenen direğe atını bağladı. Sonra evine girip, başparmağı ile işaret parmağının ucuyla tuttuğu Amazbay’ın siyah torbasını getirdi. Daha dün gördüğüm torbayı dibindeki buğdayı ile birlikte kalabalığın ortasına attı. Benim korkudan ödüm patlıyordu. Satıbaldı önündeki torbadan gözlerini alamıyor, çaresi tükenmişçesine ince dudaklarını emiyordu. Birer tas yarma değil de kemik yutmuş gibi içtikleri boğazlarında kalan köy halkı “acaba kime işkence edecek” diye bekliyor, ama bir yandan da her biri kendisini suçlu hissediyor, yere bakıyorlardı.

      Satıbaldı bu küçücük zaman zarfında âdeta çökmüş ve zayıflamıştı. Bir süre sonra başını kaldırarak:

      – Amazbay, oturanlara bir bak!– dedi.

      Amazbay tek bir kelime etmeden yere bakıyordu. Oturanlarsa peltek Amazbay’ı ilk defa görmüşlercesine hayretle başlarını ona doğru çevirdiler.

      – Bu oturanlardan farkın ne?

      Hiç kimse ağzını açıp bir şey demedi. Başlarını iyice yere eğdiler.

      – Yaşınıza bakmadan siz bile bunu yapıyorsanız… Sesi yatalak hastanınki gibi ince ve yorgundu. Küsmüş gibi bir hâli vardı. Diğer tarafta tarlaya götürülmek üzere beşiğe kundaklanan yavrucak bile ağlamayı kesti.

      Satıbaldı abim sözünü fazla uzatmadı. Uzatmak isterse zehirli sözler yok mu dersiniz? “Sakalın yere batsın! Sakalına güvenip ekinlik tohumları sana emanet etmiştim. Tohum dediğin kasaptan çalınacak et değil. Bu huyundan kurtulamadın gitti. Ölsen keşke! Milletine, devletine ihanet ediyorsun! Mahkemeye vereceğim, sürgün edeceğim, mahvedeceğim. Cephe kan kaybederken yaptığına bak! Kaçaksın…” ve bunun gibi bir sürü şey söyleyebilirdi ama bu sözlerin hiçbirini demedi. Bunların yerine: – Anlasanıza, tohumlarla çoktan ölmüş babam Sıdıkbay’a aş5 verecek değilim ya” dedi.

      Satıbaldı’yı iş başında çok görmüşlüğüm var. Daima asık suratlı ve öfkeli dolaşırdı. Kolhozculara, “şu yok, bu yetersiz, işe neden erken gelip geç gitmiyorsunuz” diye sataşır, yaşına başına bakmadan insanları azarladığı bile olurdu. “Ver demekten başka ne biliyorsun, al diyen günün oldu mu” diyen kadınlarla ayrı konuşur, fazla sinirlendirirlerse dayak bile atardı. Ama bugünkü gibi çaresiz kaldığını hiç görmemiştim.

      Aslında bu işi bilerek yapmamıştım. Karşıdan Satıbaldı’yı görünce, onu atlatabilmek için bayağı bir gayret sarf etmiştim. Ama ne yaptıysam olmadı. Çıkışı olmayan bir yola girmişim. Az kalsın Ak-Çiy’in koca deresinde boğulup ölüyordum. Kök-Sandal dereden geçemiyor, ne kadar çaba sarf ettiyse de suyun akıntısına karşı gelemiyordu. Biraz aşağıya gidip karşıya geçtiğimde ise karşımda Satıbaldı’yı bulmuştum. Hal böyle olunca her şeyi anlatmaktan başka çarem kalmamıştı.

      – Koy bakalım diye kalpaktaki buğdayı cebine doldurduktan sonra atını dörtnala sürerek gözden kaybolmuştu. Benden sonra Amazbay’ı da yakalamış. Meğer takip ediyormuş.

      Satıbaldı Amazbay’a kötü hiçbir şey demedi. Başka birine sinirlenmiş, acısını ondan çıkarmak ister gibiydi. – Alçak- dedi burnundan soluyarak. Sonra da ölesiye dayak yemiş de ayağının ucuna serpilivermiş gibi yerde yatan torbaya bütün gücüyle bir kırbaç indirerek atına doğru yürüdü. Orada bulunanların her biri “şak” diye indirilen kırbaç sesini omuzlarında hissetmiş gibiydi.

      Amazbay, gözleriyle mezar kazıyormuş da birazdan kazdığı mezara girip kaybolacakmışçasına gözlerini yerden alamıyor, kılını kıpırdatmadan oturuyordu.

      Oturanlar da ona ses etmedi. Onların sessizliği Amazbay’a daha da ağır geliyor, her biri yüzüne tükürüyormuş gibi hissediyordu. Köylüler bir süre sonra birer ikişer kalkarak tarlaya doğru yol aldılar. Acarkül yengemle ben de onların arasındaydık.

      V

      Kara-Oy’da tarla sürümü bitmek üzere. Kara toprak param parça dilindi. Sabahtan beri cıvıl cıvıl uçuşan kargalardan eser yok. Dünya sahipsiz kalmış gibi sessiz ve sedasız. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Beyaz benekli bulutlar geçiyor üstümden.

      Bulutlar demişken, bir keresinde Şayloobek akıl almaz bir şey söylemişti bana:

      – Bulutlar su içmek için göle inerler. Onu takip eden insanlar ona kurşun sıkarlar, babam söyledi.

      Ona kurşun sıkıp ne yapacaklar diye düşünmüştüm içimden. Hayretle Şoyloobek’e sormuştum.

      – Vurup ne yapacaklar?

      – Öylesine işte. Vurup öldürürler. Savaşta, bulutlar şöyle dursun insanlara bile kurşun sıkıp öldürüyorlar ya.

      – Savaş hâli başka demiştim.

      Ertesi gün okula gittiğimizde öğretmene sormuştuk.

      Öğretmenimiz bir hayli sinirlenerek:

      – Kim söyledi? Eğitimli çocuklarsınız, bunu bilmemeniz ayıp. Amazbayev’in babası yalan söylüyor, demişti.

      O arada son sıralarda oturan Urak’ın sesi yükselmişti:

      – Demek ki; Amazbayev’in babası yalnızca hırsız değil, yalancıymış aynı zamanda.

      Sınıfta bir gürültü tufanı kopmuştu. Şayloobek kafasını eğip, yere bakmış, ağlayacak gibi olmuştu. Burnundaki sümüğü sıranın üzerine damlayacakmış gibi sarkmıştı, sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Durumu fark eden öğretmenimiz “sus” işaretini gösterip, sınıfı uyarmış, susturmuştu.

      Köyün karşısında yüksek Kalkak Dağları var. Dağın yüzü baştan aşağı çam ağaçlarıyla kaplı. Yine bir gün Şayloobek çocuklara, “ormanda cadılar varmış, babam söyledi” demişti. Ertesi gün dersteyken Urak elini kaldırarak “öğretmenim bir sorum var” diye yerinden kalkıp, Şaloobek’in cadılar konusundaki iddialarını sormuştu.

      – İnanmayın, Amazbayev’in babası uyduruyor demişti öğretmenimiz.

      – Uydura uydura bir hâl oldu Amazbay demişti yine arka sıralarda oturan Urak. Sınıf yine kahkahaya boğulmuştu.

      Öğretmenimiz Urak’ın sessiz olmasını isteyip, sınıfı susturmuştu. Ama Şayloobek bu duruma içerlemişti bir kere. Belli ki, iki defadır babasıyla dalga geçen Urak’tan öcünü alacaktı. Sıranın altından öğretmene çaktırmadan yumruğunu göstermişti. Urak’ın gücü ancak konuşmaya yeterdi. Geveze olmasına karşın çok güçsüzdü. O gün dersler bitip, öğrenciler eve dağılırken Şayloobek Urak’ın yolunu kesmiş, ağzından kan gelinceye kadar dövmüştü. Sonra kavgaya aileler karışmış, kavga büyümüştü.

      Şimdi ben de, ağzım açık hâlde kavgaya sebep olan Kalkak dağlarına bakıyorum. Tam bu sırada tırmığı çıkaran Şayloobek