Omor Sultanov

Ak Yol


Скачать книгу

üzülüyor insan. Bunu sizden saklayacak değilim. Daha görecek günüm varmış, şimdi aranızda oturuyorum. Kendimi böyle avutuyorum işte. Ancak beni asıl hüzünlendiren bu değil… Satıbaldı’nın sesi kısılıp, ağlayacak gibi oldu. Boğazında düğümlenen kelimeleri çiğnercesine azı dişlerini gıcırdattı. Bir süre kaşlarını çatıp, sessizce bekledi. Cephede gördüğü o korkunç olayları birer birer hatırlıyor gibiydi. Derin bir iç çektikten sonra:

      – Lanet olsun bu savaşa! dedi. – Hadi ben neyse, biz yaşayacağımızı yaşadık… İnanır mısınız, şu anda kendimi hiç düşünmüyorum. Bu gözler cephede neler gördü, nelerle karşılaştı… Ama dediğim gibi kendime zerre kadar üzülmüyorum şu an… Yine boğazı düğümlendi. Birilerine sinirleniyor gibiydi. Kaşlarını çatıp evin girişinde eşlerinin yanında mutluluğun tadını çıkarmakta olan gelinlere ve içkinin tesiriyle eğlencenin dibine vuran dünyadan habersiz ama yarın savaşa gidecek olan Mukaş abimlere sırasıyla göz gezdirdi. Bundan sonrasını anlatmaya gerek yoktu. Satıbaldı’nın neyi kastettiği apaçık ortadaydı. Genç yaşta, hayatlarının en güzel yıllarını, belki de bedenlerinin bir parçasını, hatta hayatlarını feda edecek gençler için endişeleniyor, onların geleceğini düşünüyordu. Gençler de anlamıştı Satıbaldı’nın neye üzüldüğünü. Odada az önceki coşku kaybolup gitmiş, gözleri bulutlar kaplamıştı.

      Satıbaldı, hemen sohbeti değiştirerek:

      – Bugün türkü söylemeyeceğiz de ne zaman söyleyeceğiz? Ayday yengem doğru diyor. Satıbaldı’nın neler konuştuğunu doğru dürüst dinlemeyen Ayday hayatında ilk defa erkek görüyormuş gibi hayretle ona bakıyordu.

      – Yengen kurban olsun sana- dedi.

      Satıbaldı acı bir gülümsemeden sonra türküsüne başladı:

      Şırıl şırıl sesi dinmez

      Özledim Isık-Gölümü

      Zirvede maral gezinen

      Özledim yüksek dağları

      Balığı bol bereketli

      Ala-Dağ derya sularım

      Yârim gibi yakındır

      Gölde yüzen kuğuların

      Satıbaldı, önüne konulan bir kâse köpüklü bozaya bakarak yumuşak sesiyle türkü söylemeye devam ediyordu.

      Sabah akşam aklımda

      Oyna eğlen asıl yâr.

      Bir alkış kopuyor, özellikle yarı sarhoş Ayday “Kurban olurum sana, devam et, devam et” diye bağırıyordu. Satıbaldı uzun zamandır türkü söylememenin acısını çıkarıyor gibiydi. İçindeki bütün sıkıntıları boşaltırcasına büyük bir arzuyla ifa ediyordu türküsünü. Uzaklarda, düşmanlarla yüz yüze savaşanların duygularına tercüman oluyor, özlemlerini dile getiriyordu. Birlikte büyüdüğüm arkadaşlarım, vatan için kan döküyorsunuz… Ölüm kokan bu korkunç savaşı ağzı süt kokan toy çocuklar görmeseydi! Bakmaya doyamadığı pırıl pırıl eşlerinin yanında, gençliklerinin tadını çıkarsalardı olmaz mıydı?

      Ama er yiğit halkın ötesinde düşmanın önünde derler.

      Düşmanı yenip gelirsen,

      Sevgili yârin karşılar.

      Satıbaldı güzel dilekler içeren türküsünü yorumladıktan sonra “ır kâsesini”4 başkasına uzatıp, önündeki bozadan büyük bir yudum aldı.

      O gün Bayzak’ın evine gelenler daha sonra unutamayacakları güzel bir akşam geçirdiler. Ak-Çiy’in cıvıl cıvıl yıldızları dağılmaya başladığında evlerine döndüler.

      III

      İki yıl sonra her şey çok değişmişti.

      İlkbaharın gelmesiyle birlikte açlık baş gösterdi. Ak-Çiy istilâya uğramış gibi ıssız ve sedasız. Köydeki herkes gündüzleri tarlada çalışıyor. Sokaklar kimsesiz. Tek tük yaşlı ihtiyarlar ve bir kaç çocuk, hepsi o kadar.

      Sokak köşelerinde kementlerle bağlı, derisine dulavrat otu yapışmış buzağılar, güneşte geviş getiriyor ve insanların can sıkıntısını arttırıcısına möölüyorlar. Tavuklar, tırnaklarının kesilmesine rağmen işlenmiş toprakları kazıyor. Boz basık evlerse suskun bir şekilde haber bekliyor. Beklenen haberin iyi mi yoksa kötü mü olduğu belirsiz. Yapraklarla örtünen dalların arasında yalnızlığı davet edercesine bir guguk kuşu ötüyor. Köyse usulca guguk kuşunun sesini dinliyor.

      Cepheden ölüm haberi alan evlerden ağıt sesleri yükseliyor sabah akşam. Bu sesleri duyan Ak-Çiyliler uykusundan korkuyla uyanıyor. Herkes bir yana Camankara’nın oğlunun sesi bir yana. O altı yedi yaşlarına henüz basmış küçücük bir çocuk daha. Camankara’dan kalan tek oğlan. Evde annesiyle bir başlarına kalıverdi babası gidince. Annesi uzun zamandır yatalak hasta. Eşinin ölüm haberini alınca hastalığı daha da arttı.

      Oğlan sabahleyin horozlarla birlikte uyanır. Yataktan kalkar kalkmaz avlunun tam ortasındaki direğe eğilerek, büyük bir istekle beklediği arzusunun gerçekleşmediğini anlatır ağıtında.

      – Kurban olayım babacığım, eyvah!

      – Babacığım seni kaybettim, eyvah!

      Köy halkı onun sesiyle uyanır sabaha. İnekler ve keçilerden oluşan sürülerin sokakları doldurduğu, sürüsünü kaybeden keçilerin meelediği, yaramaz boğaların sokaklarda tozu toprağa katarak birbirleriyle tokuştuğu gürültülü sabahlarda bile Camankara’nın oğlunun sızlayan sesi her şeyi bastırarak yükselir semalara.

      … babacığım eyvah

      … kaybettim eyvah!

      Oğlan, akşamları da ağlar yüksek sesle. Köy halkı tarladan döner. Hayvanlar sürülerinden ayrılıp avluya girdiklerinde çocuğun yanık sesi yine yükselir.

      – Babacığım seni kaybettim, eyvah!

      Keçiler sakallarını oynatıp geviş getirirken çocuğun yanık sesine kulak verirler. O arada keçilerin sağımı da yapılır.

      Bu durum yavaş yavaş günlük hayatın bir parçası hâline geliyordu. Ocağına ateş düşmeyen hiç kimse kalmamıştı. Herkes içten içe kaygılanıyor, “belki bizim de kara gözlümüz solmuştur, kim bilir” diye endişeye kapılıyordu. Cepheden ölüm haberi gelen aileler birbirleriyle konuşmaktan çekinir olmuşlardı. Ölüm haberi gelmeyen eve bugün olmasa yarın geliyordu. Bu durum büyük küçük demeden herkesi korkutuyordu.

* * *

      Biz çocuklar ilkbaharın ilk günlerinden itibaren öğleden sonralarımızı da boş geçirmez, okuldan çıkıp Ak-Çiy köyünün kenarındaki Kara-Oy tarlasına gider, at üzerinde tarlayı tırmıklar olmuştuk.

      Sabahın ilk ışıklarından itibaren Kara Oy’a giden kadınlar, uzun kamçılarını sürükleye sürükleye, yalın ayak, hayvanlara koşulan sabanların peşine takılırlardı. Ara sıra ince, yorgun sesleriyle “karığı düz sür” diye bağırdıkları duyulurdu perişanlar kadınların. Tarlanın sonuna gelince yorgunluktan o kadar canı çıkmış, sinirleri o kadar gerginleşmiş olurdu ki “düz sürmedin” bahanesiyle bütün sinirini at üstündeki bizlerden çıkarır, ağzına geleni söyleyip, azarlarlardı. Bazen ata vuracakmış gibi kaldırdıkları kamçılarını sırtımıza indiriverirlerdi. O zaman boncuk boncuk yaşlar dökülürdü gözlerimizden.

      Kargaların sabahtan akşama kadar ağızları durmaz, böcek yerlerdi. Akşam olup da karınları iyice doyduktan sonra dağlara uçup giderlerdi.

      Tohum