Padişah yüzünü pencereye dönmüş, çeriye bakmaya bile lüzum görmedi. Cebinden, üstü kurumuş kan damlaları olan bir altın para çıkarıp vezire uzattı. Vezir altını aldı. Çeriyi tutmakta olan askerlerden en irisine verdi. Asker ayağıyla çeriyi yerde tutmaya çalışırken elleriyle de, çerinin ağzını açıp altın parayı dilinin altına yerleştirdi. “Vezirim, bu münafığı şehrin ortasında asıp düzenli ordunun karargâhında ifşa edin.”
Padişah güneş doğmadan sarayından çıktı. Yanında Alemdar Mustafa Paşa’nın yerine geçen yeni sadrazamı ve başyaveri de vardı. At üstünde sivil kıyafetlerle, gömülebilen çerilerin kabirlerini ziyaret etti. Sağına soluna baktı. Yeniçerilerine, köylerinden Mustafa Paşa’nın arkasında gelen köylü çocuklarına uzun uzun baktı. “Vah! Nice yiğit göçmüş” diye haykırdı. Mezarcılar sadece uzaktan bakabildiler. Bir günde nice çeri yakını gelip dövünmüştü. Teselli etmek boşunaydı. Çukur kazmaya devam ettiler. Mahmut Han, iç cebinden küçük Kuran’ını çıkarıp okumaya başladı. Her kazma toprağa değil de kalbine saplanıyormuş gibi hissetti. Okumasını bitirdi. Yaşlardan sırılsıklam olmuş yüzünü, sakalını sıvazladı. Yürümeye başladı. Bir mezarın önünde durdu. “Mekânın cennet olsun Paşam” dedi ve atına atladı. Sadrazamı yanına yaklaştı. “Padişahım, kullarınız zatı âlinizden yeni ordunuza ad bekler.” “Hz. Muhammed’in zafer kazanmış ordusu olsun. Münafıkların kalbine hançer gibi saplandı. İnşallah kâfirin kalbini de oklar.”
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 05.03.2015)
Binnur KARYAĞDI
Eve giren para zar zor geçindiriyordu o aileyi yıllardır. Evin büyükleriyle birlikte ev nüfusu altı kişiydi. Yeni bir bebek müjdesi gelince baba itiraz etti. ‘’Zaten geçinemiyoruz, nasıl bakarız yeni doğacak yavruya?’’ dedi. Anne ise zaten kaybetmiş olduğu iki yavrusundan sonra bu çocuğu da ölüme göndermek istemedi. Karşı çıktı kocasının düşüncesine… ‘’Ben bakarım yavruma…’’ dedi. Direnemedi kocası, kadının karşısında ama sözünü dinlemediği için bir süre yüzünü asmayı ihmal etmedi. Aylar geçti, 25 Ekim 1994 günü 4,5 kilo tombik bir çocuk dünyaya geldi…
O çocuk bendim. Önceleri istenilmeyen ama doğunca eve neşe olan bir çocuktum ben… Babam işçi, annem ev hanımıydı. Ben doğduğumda ablam ve ağabeyim epeyce büyüktü benden. Bu yüzden onların kanatları altında öğrendim nasıl davranılacağını zorluklar karşısında… Zaman geçti okula başladım. Yıllar geçtikçe umutlanıyordu ailem. Çünkü bu sülaleden okuyan bir çocuk çıkacaktı. En çok da babam güveniyordu bana… Kişisel gelişimimle bizzat babam ilgilenmiş, okuyup onu gururlandırayım diye epey çaba sarf etmişti. İlköğretimi Kara gümrük İlköğretim Okulu’nda, liseyi Fatih Kız Lisesi’nde bitirdim. Küçüklüğümden beri yazar olmak isterdim. Arada sırada hedef şaşmaları oldu elbet ama ben yine edebiyatı seçtim. Bu yıl Gazi Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümü ikinci sınıf öğrencisiyim. Bir gün iyi bir yazar olacağım inancıyla okuyor, araştırıyor ve yazıyorum… Diyor ya Franz Kafka: “Çünkü insana en çok kitap yakışıyor ve mürekkebin kuruduğu yerde kan akıyor!” Bu konuda onu takip ediyorum…
HİKÂYE:
Ayn Şin Kaf
AYN ŞİN KAF
Birkaç haftadır düzgün besleyemediğim bedenim bana isyan etmeye başladı. Kalbimle beynim savaş halinde son günlerde. Beynim vücut fonksiyonlarını yerine getirmeye çabalarken gönlüm dur diyor, dur! Bu çocuk daha önce hiç âşık olmadı, bırak yaşasın aşk acısını. Kalbimi dinliyorum. Hoş onu dinlemek istemesem de sesini bir şekilde duyuruyor. Gümbür gümbür sen onu hala seviyorsun diye haykırıyor. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden: yemek, içmek, gezmek… Çocukluğumdan beri canım her sıkıldığında yürüdüğüm bu sahil bile ferahlatmıyor içimi.
Bu sabah uyandığımda içimde garip bir dürtü vardı. Günlerdir aynaya bakmadığımı fark ettim. Aynada çökmüş bir çift gözle karşılaşmıştım. Aciz, çaresiz bir adam vardı karşımda… Beni bu hale getiren aşktı. O kadar güçlüydü ki bu duygu, kurbanını istediği tarafa çekiyordu. Kimi rezil oluyordu kimi vezir. Ben rezil olmuştum. Hem sevdiğime kavuşamamıştım hem de perişan olmuştum. Aklımdaki düşüncelerle yola koyuldum. Dalından düşmüş bir yapraktım bugünlerde, rüzgârın beni yönlendirmesini diliyordum.
Evden çıktım. Hareket etmek için yeterli enerjim yoktu ama bugün ben vücudumu değil vücudum beni yönetiyordu. Evim çarşıya yakındı. Az sonra çarşının başına geldiğimi gösteren fırının önündeydim. Fırından gelen kokular bana aç olduğumu hatırlattı. Buna rağmen hâlâ canım bir şey istemiyor, yemek fikri aklıma düşünce midem bulanıyordu. Adımlamaya devam ettim. Çarşı çok farklı görünüyordu gözüme. Uyumamla uyanmam arasında çok uzun yıllar vardı sanki. Daha önce hiç girmediğim bir sokağa girdim. Eski bir Fransız filminden çıkmış kadar otantik bir sokaktı. Eski taş binalar, Arnavut kaldırımlar, çift başlı loş ışık yayan lambalar… İnsanın duyguları bilmediği şeyler keşfettiriyordu bazen. Sokağı incelemeye doyamamışken başımın döndüğünü hissettim ve olduğum yere yığıldım.
Uyandığımda başucumda duran yaşlıca bir adam bana elindeki bardaktan şekerli su içirmeye çalışıyordu. Şekerli su midemdeki sancıyı geçirmeye başlamış, gözlerim açılmıştı. İhtiyar adam tatlı tatlı yüzüme bakıyor, sanki bir şeyler söylememi bekliyordu. Yerimden doğruldum, yattığım sedirin sırt kısmındaki sert minderlere yaslandım. İçinde bulunduğum mekânı incelemeye başladım. Karşımda sıvası dökülmüş bir duvar, duvarın ortasında beyaz bir yazı tahtası, yazı tahtasının iki yanında kırmızı ciltli kitapların bulunduğu kitaplıklar vardı. İçerisi, gündüz güneş ışığıyla aydınlanıyordu. Geceleri de duvardaki gaz lambaları ile aydınlatılıyor olmalıydı. Oturduğum sedirin sağ tarafında ufak bir çalışma masası, masanın üstünde bir deste saman kâğıdı, çeşitli kalemlerin bulunduğu bir kalemlik, bir kül tablası ve kirli bir çay bardağı vardı. Yazma yeteneği olmayan birisi bile şair olabilirdi burada. Ben bu düşüncelerle etrafı incelerken, ihtiyar sessizliği bozdu:
–Nasıl hissediyorsun delikanlı? Seni içeri taşıdığımızda yüzün sapsarıydı. Şekerli su iyi gelmiş olacak. Karnın aç mı bir şeyler hazırlayayım mı?
–İyiyim amca teşekkür ederim. Son günlerde beslenmeme dikkat etmiyorum pek. Aslında hiç yemiyorum. Yaşamımı devam ettirebileceğim işleri yapmak gelmiyor içimden.
–Bir derdin mi var delikanlı? Yaşın genç… Ömrünün baharında hayattan vazgeçmek yakışıyor mu hiç?
İhtiyar bunları öyle tatlı bir ses tonuyla söylüyordu ki, derdimi bir çırpıda söylemek geliyordu içimden. Aşktan amca, beni bu hâle deniz gözlü bir yâr getirdi demek istiyordum ama diyemedim. Başımı önüme eğmekle yetindim. İhtiyar omzuma dokundu, yüzünde anlamlı bir tebessüm vardı. Belli ki görmüş geçirmiş adamdı. Âşık adamın halinden anlamış olmalıydı.
Amca yerinden kalkıp, tozlu raflara doğru ilerledi. Bir şey arıyor gibi kitapların arasını karıştırdı. Az sonra elinde bir deste saman kâğıtla geri gelip karşımdaki sandalyeye oturdu. Boynundaki gözlükleri burnunun üzerine yerleştirip bir süre kâğıtlara baktı ve anlamlı bir gülümsemeyle elindekileri bana verdi. Sayfalar iki sütundan oluşuyor, bir tarafında Arap harfli metin bir tarafında Latin alfabesi kökenli metin yer alıyordu. Ben metni okurken amca:
–Bu hikâyeyi bilir