Yakup İsmail

Kestaneler Altında


Скачать книгу

>İsmail Yakup

      Kestaneler Altında

      KESTANELER ALTINDA

      Ders yılı açılış töreninden sonra meslektaşlarımla birlikte öğretmenler odasında toplanmıştık. Hepimiz heyecan içindeydik. Öğrenciler de, öğretmenler de tatil boyu hiç görüşmemişler ve birbirlerine anlatacak pek çok anı biriktirmişlerdi. Ben de heyecanlıydım. Öğretmen okulunu henüz bitirmiş, acemiliğimin içimde uyandırdığı ürkeklik ile pek de küçük olmayan bu Rodop köyüne ilk defa ayak basıyordum. Burada hiç tanıdığım yoktu. Yani benim hissettiğim diğerlerinin heyecanından hem daha farklı hem daha büyüktü. Bu yabancı köyde konuşacak, dertleşecek, kimseyle iletişim kurabilecek miydim? Meslektaşlarım nasıl kabul edecekti beni? Ya öğrenciler?

      Dışarıda başlayan heyecan sınıflarda, derslerden sonra ise öğretmen odasında devam etti. Bütün öğretmenler ilk ders gününde derslerini bitirip tekrar bir araya geldiğinde müdür kapıdan içeri girdi ve “Ders yılına iyi başladık,” dedi. “Okula gelmeyen öğrencimiz yok. Açılış töreni de güzel oldu. Bediî programa iştirak eden çocuklar birkaç gün içinde çok güzel hazırlanmışlar. Şiirler, şarkılar, hepsi yerinde. Bu işi üzerine almış olan arkadaşımızı hepimizin adına tebrik eder ve kendisine teşekkür ederim. Hepinize yeni ders yılında büyük başarılar dilerim. Tahsilini henüz bitirmiş ve mesleğine bizim okulda başlayan yeni arkadaşımızla hepiniz artık tanıştınız. Ona da mesleğindeki bu ilk adımlarında başarılar dilerim.”

      Onun ardından köy muhtarı da girdi içeri. O, çok heyecanlı bir konuşma yapmıştı törende. Şimdi yanımıza geldiğinde, yeni ders yılımızı bir daha tebrikledi:

      “Bütün ders yılı boyunca hepinize yüksek başarılar dilerim. Köy halkı bu yıl daha bir dikkatli. Okulumuzun bu ilk ders günü için herkes çok heyecanlı. Öğrencisi olan komşular da geldi, olmayanlar da.”

      “Madem Sessiz Ali de buradaydı…” dedi arkadaşlardan biri. Bunu duyunca diğerleri bayağı gülüştüler. Takdir mi ettiler o geleni, yoksa alay mı, pek anlayamadım.

      “Kim bu Sessiz Ali?” diye sordum yavaşça yanı başımdaki meslektaşa. Eliyle işaret etti “Sabret, sonra anlatırım” der gibiydi.

      Biraz daha oyalandık öğretmen odasında. Müdür en yakın zamanda halledilmesi gereken sorunlar üzerine konuştu ve yarından itibaren ders yılı boyunca bizlere tekrar başarılar dileyerek çıktı.

      Birkaç dakika içinde okul boşalıverdi. Herkes evinin yolunu tuttu. Bir ben kaldım öğretmen odasında. Muhtarın da yardımıyla oda kiraladığım eve mi gideyim, yoksa lokantaya öğle yemeğine mi, diye tereddüt ettim durdum birkaç dakika. Saate baktım. Yemeğe daha çok erkendi. Postaneye gitmeye karar verdim. Ev sahibinden sonra bu köyde ikinci tanıştığım insan postane şefi olmuştu. Açık kalan kapıdan beni görmüş olacak ki, hemen seslendi:

      “Buyur öğretmen, buyur! Gel de konuşalım! Nasıl geçti ilk ders günü? Çocukların hepsi geldi mi? Bayan öğretmenlerle tanıştın artık, değil mi?”

      ‘Bu postacı bayağı konuşkan galiba,’ diye geçti aklımdan. Daha dün ilk kez görüşmüştük.

      “Evet, iyi başladık,” dedim. “Çocukların hepsi geldi. Hasta falan yok. Bundan sonra hep böyle iyi devam ederiz inşallah. Bir şey sorsam, müsaade eder misin?”

      “Evet?”

      “Gazete satıyor musunuz? Herhangi bir gazeteyi okumak istesem nereden bulabilirim?”

      “Ne gezer. Gazete satan yer sadece kasabada, belediye merkezinde var. Burada biricik vasıta abone olmak. Şimdi abone olursanız gelecek ayın birinden itibaren gazeteniz gelmeye başlar.”

      “Tamam. Yaz: “Posta” ve “Edebiyat”.

      Bizim postacı hemen kavradı kâğıdı kalemi:

      “Olur. Derhal… Posta…ve… Edebiyat… Bunca yıldan beri “Edebiyat” gazetesi yalnız bir kişi alıyordu bizim köyde: Sessiz Ali. Siz ikinci kişi oluyorsunuz. Artık iki “Edebiyat” gazetesi gelecek köyümüze. O da on yıldan fazla bir zaman sonra… Bu gazeteyi okumaya başlayınca siz de Sessiz Ali gibi olmayasınız hey…! İşte makbuzlar.

      Bundan sonra ayın sonunu beklemekten başka yapacağınız bir şey kalmadı.”

      Hakikaten de çok konuşuyor bizim postacı. O da Sessiz Ali’yi anıyor. Hem de alaylı bir şekilde.

      “Nasıl bir insan bu Sessiz Ali? Ne yapıyor bu adam da onun gibi olmamamı tembihliyorsunuz? diye sordum.

      “Adından belli! aylarca sesini duyan yok. ‘Edebiyat’ gazetesini okumaktan başka bir şey bilmiyor.”

      “Edebiyat’ gazetesini okumak kötü bir şey mi yoksa?”

      “Ne buluyor onda yahu! Haber yok, fıkra yok, spor haberleri yok, bulmaca yok… Bunca sene Sofya’larda süründü durdu, bir ‘Edebiyat’ gazetesini okumayı öğrenebilmiş işte.” dedi.

      Postacı ile kafa tutmaktan vazgeçtim. Öğle yemeğine gideyim dedim kendi kendime.

      Sakin, güneşli bir eylül günüydü. İnsanın lokanta içinde durası gelmiyordu doğrusu. Benden önce gelmiş olan üç-dört kişilik bir grup çıkıp taraçadaki masalardan birine yerleşmişti. Ben de öyle yaptım. Diğerlerinden uzak bir masa seçtim ve oturdum. Hemen gelen garsona yemek için ne var diye sordum.

      “Izgara. Başka bir şey yok.” cevabını verdi. “Tamam dedim, öyle olsun.”

      “Izgara hazır oluncaya dek bir bira?” diye sordu garson. “Kahve. Bira da olur ama yemekle birlikte.” dedim. Şoka girmiş gibi baktı bana doğru. Sonra toparladı kendini, “tamam” dedi ve uzaklaştı.

      Diğer masada insanlar biraların tesiri altında olduklarından herhalde, hararetli bir şekilde konuşmaya başlamışlardı. Arada sırada beni seyrediyorlarmış gibi hissediyordum. Buranın yabancısıyım, dikkatlerini çektim herhalde dedim içimden ve etrafı seyre daldım.

      Taraçadan köy içi çok iyi görünüyordu. Yukarı doğru uzanan ve köyden şehre giden yola karışan sokakta giden gelen insanları, otomobilleri rahatça seyredebiliyorsun. Aşağı tarafa doğru giden sokak ise köy altında bulunan ve kuraklıktan artık yeşilliğini kaybetmiş olan çayırlara kadar uzanıyor. Oturduğum yerden görünen merkez sokak olsun, yan sokaklar olsun, hepsi asfalt döşenmiş. İçimden “işte bu köyde geçireceğim öğretmenliğimin ilk yılını.” dedim.

      “Burası bizim insanlar için durak yeri,” dedi kahveyi getirmiş olan garson. “Kentten günde dört defa gelen otobüsü bekleyenler de burada oturuyor, akşamları otlaktan dönen inekleri, koyunu, keçiyi karşılamaya çıkanlar da.”

      Hakikaten de az sonra köyün üst tarafında otobüs sesi duyuldu. Taraçanın diğer ucundaki gürültülü masa biranda boşalıverdi. Ama sakinliğe sevinmeme zaman kalmadan bir hoparlör ilkin hafifçe çatırdar gibi oldu. Sonra birdenbire mümkün olan en yüksek sesle artık saatin on iki olduğunu bildirdi. Hemen ardından da spiker öğle haberlerini okumaya başladı. Ben dikkatle haberleri dinlerken postacı yanıma yanaşıp müsaade istedi.

      “Buyurun,” dedim ve yanı başımda duran sandalyeyi gösterdim.

      Sonra da içimden sessizliğe vakit yok diye geçirdim. Bilmişim de: “Garson, iki bira!.. Üç olsun! Sen de gel, otur yanımıza! Bugün öyle de böyle de müşterin olmayacak. Hem gel de yeni öğretmenle tanış!” diye bağırdı postacı.

      Sonra bana döndü, biraz daha alçak sesle devam etti:

      “Bugün şehirde pazar var. İşi olan da gidiyor, olmayan da. Eli ayağı tutana cuma günü şehre inmek mecbur gibi bir şey.”

      Garson çevik bir oğlanmış meğer. Postacının dediklerini derhal yerine getirdi ve şişeleri çabuk elden açtı. Postacı devam etti:

      “Tanış yeni öğretmenle! Dün geldi. Ha şimdi şerefimize!” diyerek şişeler tokuşturuldu. İster istemez ben de içtim.

      “Öğretmen daha dün geldi ama gazeteye bile abone oldu!” “Hem de ‘Edebiyat gazetesine’ diye ekledim içimden. O da yüksek sesle tekrarladı zaten:

      “Hem de ‘Edebiyat’ gazetesine!”

      “Sessiz Ali gibi,” dedim içimden. Postacı da arkamdan tekrarladı:

      “Sessiz Ali gibi!”

      İçimden