Yakup İsmail

Kestaneler Altında


Скачать книгу

tutumu ve hareketleriyle benim için enteresan bir şahıstı. Onunla umumi bir dil bulabilirdim ve bulmalıydım da. Onun öyle kapanık durması belki de diğerlerinin ondan uzak durmaları, onunla alay etmeye devam etmelerindendir. O da benim gibi edebiyat düşkünüydü ama bugüne kadar hiçbir fikir teatisi yapmamıştık. Ne gibi eserleri seviyor, hangi yazarlardan ilgileniyor, bilmiyordum. Hem artık konuşacak, dertleşecek, edebiyat üzerine olsun, başka konular üzerine olsun, fikir teatisi yapacak bir kimseye ihtiyaç duymaya başlamıştım zaten. Bu köyde böyle bir kimse yalnız ve yalnız Hayri ağabey olabilirdi.

      “Merhaba öğretmen!”

      Baktım. Komşulardan biri. Durdum ve cevap verdim: “Merhaba!”

      “Çok derinlere dalmışsın öğretmen. Düşünme o kadar. Gemilerin batmadı daha değil mi?”

      Güldüm:

      “Hayır Hasan ağabey, batmadı daha. Affet, aklımdan geçen herhangi bir meseleye aldırmışım kendimi…

      “Sevdalanmayasın hey!” Yine güldüm:

      “Sevdalanmak bana yasak mı yoksa?”

      “Hayır yahu! Ama delikanlılık, babayiğitliktir, paşalıktır. Yaşa gençliğini. Hamut boynuna geçti mi bir defa, sonradan pişmanlık fayda etmez.”

      Enteresan bir kimse şu Hasan komşu. Diğer yaşlılar ne duruyorsun, daha evlenmeyecek misin, kendine bir eş mi bulamıyorsun derken o, acele etme, paşalığına bak deyip duruyor. Başkaları durma, erken piliç erken öter derken o, erken öten pilici erken keserler, el alemle beraber olmaya vakit var diyor.

      Eve toplandığımda kati karar almıştım artık. Ne yapacağımı ne edeceğimi henüz daha bilmiyordum ama eski muhtarın da tavsiye ettiği gibi Hayri ağabeyle yakınlaşmalıydım.

      Çok geçmeden, ufak bir fırsatını yakaladım. Yine soğuk bir gündü. Birkaç gün evvel ilk kar yağmış ve yere yapışıp kalmıştı. Eve kapanıp ertesi gün alacağım derslere hazırlık yaptım. Akşama daha çok vakit vardı. Okula gitmek geldi aklıma. Daha ders yılının ilk günlerinde müdür okul kütüphanesini bana teslim etmişti.

      “Kitaplarımız çok ama okuyanlar az. Boş vakitlerini orada geçirir, öğrencilerden kitap almaya arzu eden olursa verirsin” demişti. Şimdi serbest kalınca oraya gitmek geldi aklıma. Gittim. İtina ile dizili rafları gözden geçirmeye başladım. Hakikaten de zenginceydi kütüphanemiz. Okulun açılışından beri her yıl yirmi-otuz tane satın alınmış. Onlara burada bir-iki yıl çalışıp giden öğretmenlerin hediye olarak bıraktıkları kitaplar da ilave edilince elli yıl içinde kitap sayısı iki bine yaklaşmış. Bazılarının yaprakları yıpranmış, diğerleri bir defacık bile açılmamış. İlk yıllardan olanların arasında kanatları kesilmeyenler bile vardı. Hele on iki kitapçık halinde basından çıkmış olan arıcılık için bir eser. Hiçbirine bugüne kadar el sürülmemiş. Haydi öğrencileri affettik ama yarım asır boyunca bu kitaplar hiçbir meslektaşımın dikkatini nasıl çekmemiş? İleri doğru devam ettim, bir-iki raf daha karıştırdım. Ama az sonra yine arıcılık serisinin yanına döndüm. Dikkatimi neden celbetmişti, şimdi izah edemeyeceğim. Başlığı mıydı, daha kesilmemiş olan yaprakları mıydı, yoksa hediye edenin kimliği mi, cevap veremeyeceğim. Birinci cildi aldım ve cep çakımla bütün kanatlarını keserek okumaya hazır hale getirdim.

      Bir daha okudum kapağının içindeki el yazısını.

      “Bin dokuz yüz otuz dokuz yılında bu okulda bir yıl öğretmen gibi çalıştım. Köyü terk ederken bu kitapları hediye bırakıyorum. Öğrencilerimden bir tanesini bari arıcılığa meraklandırabilirsem çok mutlu olurum. N.N.”

      Maalesef …

      Birinci sayfayı açtım. Üç üniversiteli, geleceğin baytarları, yaz aylarını bir hayvan çiftliğinde geçirmeleri gerekiyor. Öğrendiklerini tatbik edecekler ve bilgilerini çoğaltacaklar. Hep birlikte uzakta, her üçünün de tanıdığı anılmış bir arıcının kovanlığına gitmeye karar veriyorlar.

      Okumaya devam ettim. Hemencecik dört-beş sayfa geçtim. Kitap gittikçe daha fazla celbediyordu beni. On iki kitapçığı birden aldım ve eve geldim.

      Okumaya evde devam ettim. Bir hafta on gün kadar kitaplar elimden düşmedi. Serbest zaman bulur bulmaz sırası gelmiş olan kitapçığı alıyordum elime. Bu üç gencin bütün yaz tatbikatta yaşadıkları serüvenlerle birlikte okuyucu çok ilginç bir şekilde arıların hayatıyla ve pratik arıcılıkla ilgili bilgi ediniyordu. Ben de sanki o üç gençle beraberdim, onların arasında dördüncü kişiydim. Son on ikinci kitapçığın da okumasını bitirdiğimde ben de yaz tatilini bitirmiş, uzun ve çok güzel geçmiş bir misafirlikten dönmüş gibi oldum. Diğer taraftan da arılar için çok ilginç bilgiler edinmiştim. Bu duyguları, bu bilgileri paylaşacak bir kimseye ihtiyacım vardı. Birkaç gün hep böyle bir hisle yaşadım. En nihayet Hayri ağabeyi ziyaret etmeye ve bu kitapçıklardan öğrendiklerimi onunla paylaşmaya karar aldım.

      Kış mevsimi hükmüne girmişti artık. Kar iki gündür durmadan yağıyordu. Eren Tepe’den kopup gelen soğuk rüzgâr insanları evlerine kapamıştı. Böyle bir günde öğle ile ikindi arası olan bir saatte Hayri ağabeyin kapısını çaldım. Beni görünce beklenmedik bir sürprizle karşılaşmış gibi oldu.

      “Beklemezdin beni değil mi?” diye sordum.

      “Beklemezdim. Daha doğrusu beklerdim, çok defalar bizim öğretmen gelse de birer kahve içsek dediğim oldu. Ama gelmedin. Elbette ki, umudu kesmemiştim hep daha. Tam bugün, tam bu an gelirsin diye aklımdan geçmezdi. Gir. Soba sönüp dururmuş. Tazece yaktım. Isıt ellerini.”

      Bir dakika soba başında dikildikten sonra masanın yanındaki boş sandalyeye çöktüm.

      “Baca iyi çekiyor. Yakında temizledim.” diye izah etti Hayri ağabey. Bugün biraz daha konuşkandı. Cezveyi hemen soba üzerine koydu. Masada “Edebiyat” gazetesinin son sayısı ve iki-üç kitap yatıyordu. İlkin karın etrafı bastırmasından, soğuk havadan bahsettik. Sonra sözü arıcılığa çevirdim. Sohbete biraz daha açılır gibi oldu. Kovanların kış mevsimindeki durumunu anlattı. Birden durdu ve sordu:

      “Arılarla ilgileniyor musun? Arınız var mı?”

      Bugünlerde okuduğum kitabın münderecatını anlattım ona kısaca. Bayağı heyecanlı, ilgi çekici bir şekilde anlatmış olacağım ki, okumaya o da meraklandı.

      Bir ara masadaki kitapları bahane ederek edebiyat konusuna geçtim. Okuduğu gazete ve kitaplardan ilgilenmek istedim, yeni çıkan öykülerden şiirlerden bahsetmesini rica ettim.

      “Okuyorum arada sırada, aylak kaldıkça, başka işim olmadığı zaman vaktimi boşuna geçirmemek için…”

      “Ara sıra değil, çok okuyorsunuz diye düşünüyorum. Sizi yakından tanıyanlar çok kitap ve gazete okuduğunuz düşüncesiyle yaşıyorlar.”

      “Okumayı bilen her kişi gibi ben de… dedim ya serbest vaktimi doldurmak için…”

      Tam başlamış olduğumuz sohbeti yarıda bırakacağından korkarak sözü yine anlara, arıcılığa, kış mevsimine çevirdim. Birer kahve daha içtik, başka konularda biraz daha sohbet ettik.

      Ondan ayrıldığımda çok memnundum, çünkü üç ay içinde konuştuklarımızın toplamından daha uzun gitmişti bugünkü sohbetimiz. Demek ki, o kadar suskun bir adam değilmiş. En nihayet onun da konuşmaya, dertleşmeye ihtiyacı var. Lakin edebiyat üzerine neden konuşmak istemiyor?

      O günden sonra daha dört-beş defa ziyaret ettim onu. Bir o kadar da lokantada beraber kahve içtik. Son ziyaretimde biraz rahatsız gibiydi.

      “Ateşim var sanki. Soğuk mu aldım, ne oldu. Havalar sık sık değişiyor. Bakmışsın gribe de yakalanabilirim.”